top of page

Makaleler
Makalelerimize hoşgeldiniz. Bu sayfada hukukun çeşitli alanlarına ilişkin makalelerimize ulaşabilirsiniz.


Kiracının Evi Gösterme Zorunluluğu Var mı? 2025 Güncel Rehber
Ev sahibi evi satmak istiyor, ancak kiracı evi göstermeye yanaşmıyor… Bu durumda kimin hakkı geçerli? Kiracının kiralananı gösterme yükümlülüğü var mı? Eğer varsa, hangi saatlerde ve ne şekilde göstermelidir? Tüm bu soruların yanıtlarını ve 2025 yılı itibarıyla geçerli hukuki düzenlemeleri bu makalede bulacaksınız.
📌 Kiracının Evi Gösterme Yükümlülüğü Kanunla Belirlenmiş midir?
Evet. Kiracının, ev sahibi tarafından satılmak istenen taşınmazı üçüncü kişilere belirli kurallar çerçevesinde gösterme zorunluluğu Türk Borçlar Kanunu (TBK) m. 319/2 ile açıkça düzenlenmiştir.
📖 TBK 319/2 hükmü:
"Kiracı, sözleşme süresi içinde kiralananı görmek isteyen üçüncü kişilerin uygun zamanlarda kiralananı görmelerine katlanmakla yükümlüdür."
Yani kiracı, evin satışı ya da yeniden kiraya verilmesi amacıyla gelen kişilerin uygun zamanlarda evi görmesine müsaade etmekle yükümlüdür. Bu, kanundan doğan bir borçtur.
❓ Kiracı Evi Göstermezse Ev Sahibi Ne Yapabilir?
Eğer kiracı, makul ve uygun zamanlarda yapılmak istenen bu ziyaretlere engel olursa, ev sahibi şu yolları izleyebilir:
✅ Noter İhtarname Gönderimi: İlk olarak kiracıya noter aracılığıyla yazılı ihtar gönderilerek, evi göstermesi gerektiği, aksi halde hukuki süreç başlatılacağı bildirilir.
✅ Sulh Hukuk Mahkemesi'nde Dava: İhtarnameye rağmen kiracı hâlâ evi göstermiyorsa, ev sahibi Sulh Hukuk Mahkemesi'nde “engellemenin kaldırılması” davası açabilir.
✅ Sözleşmenin Feshi ve Tahliye: Bu tür davranışlar, TBK kapsamında kötü niyetli kullanım olarak değerlendirilip, ev sahibine sözleşmeyi haklı nedenle feshetme hakkı tanıyabilir.
⏰ Hangi Saatlerde Evin Gösterilmesi Uygun Sayılır?
Kanunda belirli saat aralıkları yer almamakla birlikte, içtihatlara ve genel teamüle göre:
Hafta içi mesai saatleri (10:00 - 18:00),
Hafta sonu ise makul saatler (örneğin 11:00 - 17:00) arasında,
Günde birden fazla gösterim yapılmaması,
Önceden haber verilmesi (örneğin 24 saat önce)
gibi kurallara dikkat edilmelidir.
📌 Kiracının özel hayatına müdahale edilmeyecek şekilde planlama yapılmalıdır.
⚠️ Kiracının Hakları da Unutulmamalıdır!
Kiracı, kendi haklarını da koruyabilir. Eğer:
Ev çok sık ve habersiz gösteriliyorsa,
Mahremiyeti ihlal ediliyorsa,
Ziyaretler uygunsuz zamanlarda yapılıyorsa,
kiracı bu durumlara itiraz edebilir ve ev sahibinin uygulamalarına karşı yasal yolları kullanabilir.
🧾 Hem Ev Sahibi Hem Kiracı Haklı Olabilir, Ancak Denge Önemlidir
Evin satışı veya yeniden kiraya verilmesi sürecinde, hem ev sahibinin mülkiyet hakkı, hem de kiracının konut dokunulmazlığı birlikte değerlendirilmektedir. Bu nedenle tarafların karşılıklı anlayış içinde davranmaları; ancak anlaşmazlık halinde hukuki yolların devreye sokulması önemlidir.
👨⚖️ Hukuki Destek Almak İçin Bizimle İletişime Geçin
Evin satışı, kiracının yükümlülükleri veya tahliye süreçleri konusunda profesyonel destek almak isterseniz, Ahmet Gökay Dinçer Hukuk Bürosu olarak yanınızdayız.
📞 Bize ulaşmak için: +90 532 476 49 64
📍 İzmir/Torbalı/Ayrancılar
📌 Kiracının Evi Gösterme Yükümlülüğü Kanunla Belirlenmiş midir?
Evet. Kiracının, ev sahibi tarafından satılmak istenen taşınmazı üçüncü kişilere belirli kurallar çerçevesinde gösterme zorunluluğu Türk Borçlar Kanunu (TBK) m. 319/2 ile açıkça düzenlenmiştir.
📖 TBK 319/2 hükmü:
"Kiracı, sözleşme süresi içinde kiralananı görmek isteyen üçüncü kişilerin uygun zamanlarda kiralananı görmelerine katlanmakla yükümlüdür."
Yani kiracı, evin satışı ya da yeniden kiraya verilmesi amacıyla gelen kişilerin uygun zamanlarda evi görmesine müsaade etmekle yükümlüdür. Bu, kanundan doğan bir borçtur.
❓ Kiracı Evi Göstermezse Ev Sahibi Ne Yapabilir?
Eğer kiracı, makul ve uygun zamanlarda yapılmak istenen bu ziyaretlere engel olursa, ev sahibi şu yolları izleyebilir:
✅ Noter İhtarname Gönderimi: İlk olarak kiracıya noter aracılığıyla yazılı ihtar gönderilerek, evi göstermesi gerektiği, aksi halde hukuki süreç başlatılacağı bildirilir.
✅ Sulh Hukuk Mahkemesi'nde Dava: İhtarnameye rağmen kiracı hâlâ evi göstermiyorsa, ev sahibi Sulh Hukuk Mahkemesi'nde “engellemenin kaldırılması” davası açabilir.
✅ Sözleşmenin Feshi ve Tahliye: Bu tür davranışlar, TBK kapsamında kötü niyetli kullanım olarak değerlendirilip, ev sahibine sözleşmeyi haklı nedenle feshetme hakkı tanıyabilir.
⏰ Hangi Saatlerde Evin Gösterilmesi Uygun Sayılır?
Kanunda belirli saat aralıkları yer almamakla birlikte, içtihatlara ve genel teamüle göre:
Hafta içi mesai saatleri (10:00 - 18:00),
Hafta sonu ise makul saatler (örneğin 11:00 - 17:00) arasında,
Günde birden fazla gösterim yapılmaması,
Önceden haber verilmesi (örneğin 24 saat önce)
gibi kurallara dikkat edilmelidir.
📌 Kiracının özel hayatına müdahale edilmeyecek şekilde planlama yapılmalıdır.
⚠️ Kiracının Hakları da Unutulmamalıdır!
Kiracı, kendi haklarını da koruyabilir. Eğer:
Ev çok sık ve habersiz gösteriliyorsa,
Mahremiyeti ihlal ediliyorsa,
Ziyaretler uygunsuz zamanlarda yapılıyorsa,
kiracı bu durumlara itiraz edebilir ve ev sahibinin uygulamalarına karşı yasal yolları kullanabilir.
🧾 Hem Ev Sahibi Hem Kiracı Haklı Olabilir, Ancak Denge Önemlidir
Evin satışı veya yeniden kiraya verilmesi sürecinde, hem ev sahibinin mülkiyet hakkı, hem de kiracının konut dokunulmazlığı birlikte değerlendirilmektedir. Bu nedenle tarafların karşılıklı anlayış içinde davranmaları; ancak anlaşmazlık halinde hukuki yolların devreye sokulması önemlidir.
👨⚖️ Hukuki Destek Almak İçin Bizimle İletişime Geçin
Evin satışı, kiracının yükümlülükleri veya tahliye süreçleri konusunda profesyonel destek almak isterseniz, Ahmet Gökay Dinçer Hukuk Bürosu olarak yanınızdayız.
📞 Bize ulaşmak için: +90 532 476 49 64
📍 İzmir/Torbalı/Ayrancılar


Bungalov ve Tiny House Ruhsatı Nasıl Alınır?
Günümüzde minimalist yaşam tarzına olan ilgiyle birlikte, bungalov ve tiny house (küçük ev) yapıları popülerlik kazanmıştır. Ancak, bu yapıların inşası ve kullanımı belirli yasal düzenlemelere tabidir. Bu makalede, bungalov ve tiny house yapıları için ruhsat alma süreci ve hukuki gereklilikler detaylı bir şekilde ele alınacaktır.
1. Bungalov ve Tiny House Nedir?
Bungalov: Genellikle tek katlı, geniş verandası olan ve ahşap malzemeden inşa edilen evlerdir.
Tiny House: Küçük metrekareli, minimalist yaşam alanları sunan, tekerlekli veya sabit olabilen kompakt evlerdir.
2. Hukuki Tanım ve Ruhsat Gerekliliği
Türk İmar Kanunu'na göre, bungalov ve tiny house yapıları "yapı" olarak kabul edilir ve bu nedenle ruhsat alınması zorunludur. Özellikle, bu yapılar bir taşınmaz üzerine yerleştirilecekse, ruhsat başvurusu yapılmalıdır.
3. Ruhsat Başvuru Süreci
Başvuru Makamı: Yapının konumuna göre başvuru yapılacak makam değişir:
Belediye ve mücavir alan sınırları içinde ise ilgili belediyeye,
Bu sınırlar dışında ise İl Özel İdaresine başvuru yapılır.
Gerekli Belgeler:
Tapu belgesi veya kullanım hakkını gösteren belge,
Mimari proje ve statik hesaplar,
Elektrik ve sıhhi tesisat projeleri,
Zemin etüdü raporu.
İmar Planı Uygunluğu: Yapının inşa edileceği arazinin imar planına uygun olması gerekmektedir. İmar planında konut alanı olarak belirlenmiş bölgelerde bu yapılar inşa edilebilir.
4. Tekerlekli Tiny House'lar İçin Özel Durum
Tekerlekli tiny house'lar, Karayolları Trafik Yönetmeliği kapsamında "çekme karavan" olarak değerlendirilir. Bu nedenle, tip onay belgesi bulunan, plakalı ve ruhsatlı tiny house'lar için ayrıca İmar Kanunu bakımından bir izin veya ruhsat alınması gerekmez. citeturn0search6
5. Köy Yerleşik Alanlarında Ruhsat Muafiyeti
İmar Kanunu'nun 27. maddesi uyarınca, belediye ve mücavir alanlar dışında, köy yerleşik alanlarında inşa edilecek konutlar için yapı ruhsatı aranmaz. Ancak, bu muafiyet yalnızca konut amaçlı yapılar için geçerlidir; turizm veya ticari amaçlı kullanımlarda ruhsat alınması gerekmektedir.
6. Ruhsatsız Yapıların Yapt ırımları
Ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapıların tespiti halinde, İmar Kanunu'nun 32. ve 42. maddeleri uyarınca yıkım kararı ve para cezası uygulanabilir. Ayrıca, Türk Ceza Kanunu'nun 184. maddesi gereğince "imar kirliliğine neden olma" suçundan hapis cezası ile cezalandırılma riski bulunmaktadır.
Sonuç
Bungalov ve tiny house yapıları, estetik ve fonksiyonel avantajlarıyla cazip seçenekler sunmaktadır. Ancak, bu yapıların inşası ve kullanımı sırasında yasal gerekliliklere uyulması büyük önem taşır. Ruhsat alma sürecinin doğru ve eksiksiz bir şekilde tamamlanması, olası hukuki sorunların önüne geçecektir. Bu nedenle, uzman bir hukuk danışmanından destek almanız faydalı olacaktır.
*Bu makale, bungalov ve tiny house yapıları için ruhsat alma süreci ve hukuki gereklilikler hakkında genel bilgi vermek amacıyla hazırlanmıştır. Detaylı bilgi ve profesyonel destek için hukuk büromuzla iletişime geçebilirsiniz.*
1. Bungalov ve Tiny House Nedir?
Bungalov: Genellikle tek katlı, geniş verandası olan ve ahşap malzemeden inşa edilen evlerdir.
Tiny House: Küçük metrekareli, minimalist yaşam alanları sunan, tekerlekli veya sabit olabilen kompakt evlerdir.
2. Hukuki Tanım ve Ruhsat Gerekliliği
Türk İmar Kanunu'na göre, bungalov ve tiny house yapıları "yapı" olarak kabul edilir ve bu nedenle ruhsat alınması zorunludur. Özellikle, bu yapılar bir taşınmaz üzerine yerleştirilecekse, ruhsat başvurusu yapılmalıdır.
3. Ruhsat Başvuru Süreci
Başvuru Makamı: Yapının konumuna göre başvuru yapılacak makam değişir:
Belediye ve mücavir alan sınırları içinde ise ilgili belediyeye,
Bu sınırlar dışında ise İl Özel İdaresine başvuru yapılır.
Gerekli Belgeler:
Tapu belgesi veya kullanım hakkını gösteren belge,
Mimari proje ve statik hesaplar,
Elektrik ve sıhhi tesisat projeleri,
Zemin etüdü raporu.
İmar Planı Uygunluğu: Yapının inşa edileceği arazinin imar planına uygun olması gerekmektedir. İmar planında konut alanı olarak belirlenmiş bölgelerde bu yapılar inşa edilebilir.
4. Tekerlekli Tiny House'lar İçin Özel Durum
Tekerlekli tiny house'lar, Karayolları Trafik Yönetmeliği kapsamında "çekme karavan" olarak değerlendirilir. Bu nedenle, tip onay belgesi bulunan, plakalı ve ruhsatlı tiny house'lar için ayrıca İmar Kanunu bakımından bir izin veya ruhsat alınması gerekmez. citeturn0search6
5. Köy Yerleşik Alanlarında Ruhsat Muafiyeti
İmar Kanunu'nun 27. maddesi uyarınca, belediye ve mücavir alanlar dışında, köy yerleşik alanlarında inşa edilecek konutlar için yapı ruhsatı aranmaz. Ancak, bu muafiyet yalnızca konut amaçlı yapılar için geçerlidir; turizm veya ticari amaçlı kullanımlarda ruhsat alınması gerekmektedir.
6. Ruhsatsız Yapıların Yapt ırımları
Ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapıların tespiti halinde, İmar Kanunu'nun 32. ve 42. maddeleri uyarınca yıkım kararı ve para cezası uygulanabilir. Ayrıca, Türk Ceza Kanunu'nun 184. maddesi gereğince "imar kirliliğine neden olma" suçundan hapis cezası ile cezalandırılma riski bulunmaktadır.
Sonuç
Bungalov ve tiny house yapıları, estetik ve fonksiyonel avantajlarıyla cazip seçenekler sunmaktadır. Ancak, bu yapıların inşası ve kullanımı sırasında yasal gerekliliklere uyulması büyük önem taşır. Ruhsat alma sürecinin doğru ve eksiksiz bir şekilde tamamlanması, olası hukuki sorunların önüne geçecektir. Bu nedenle, uzman bir hukuk danışmanından destek almanız faydalı olacaktır.
*Bu makale, bungalov ve tiny house yapıları için ruhsat alma süreci ve hukuki gereklilikler hakkında genel bilgi vermek amacıyla hazırlanmıştır. Detaylı bilgi ve profesyonel destek için hukuk büromuzla iletişime geçebilirsiniz.*


KAMULAŞTIRMAYA KARŞI NELER YAPILABİLİR?
Giriş
Kamulaştırma ve imar planları, kamu yararı amacıyla taşınmazlar üzerinde tasarrufta bulunulmasını sağlayan hukuk mekanizmalarıdır. Ancak, uygulamada bazen hukuka aykırı ve haksız kamulaştırma işlemleri ile karşılaşılabilmektedir. Taşınmaz sahiplerinin haklarını koruyabilmesi için, hukuka aykırılığın tespit edilmesi ve uygun hukuki yolların kullanılması gerekmektedir.
Bu makalede, kamulaştırma süreci, hukuka aykırı uygulamalar ve taşınmaz sahiplerinin başvurabileceği hukuki yollar detaylı olarak ele alınmaktadır.
1. Kamulaştırma ve Hukuki Dayanağı
Kamulaştırma, devletin veya kamu kurumlarının, kamu yararı gerekçesiyle taşınmazların mülk sahibinin rızası olmaksızın bedeli karşılığında devralması işlemi olarak tanımlanabilir. Kamulaştırmanın yasal dayanağı Anayasa’nın 46. maddesi ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’dur.
Kamulaştırma Süreci
Kamulaştırma süreci şu aşamalardan oluşmaktadır:
Kamu yararı kararının alınması,
Taşınmaz malikine bildirim yapılması,
Bedel tespiti ve uzlaşı görüşmeleri,
Kamulaştırma bedelinin mahkeme kararıyla ödenmesi,
Tapunun idare adına tescili.
Ancak uygulamada bazen kamulaştırma sürecinde hukuka aykırı işlemler yapılabilmektedir.
2. Hukuka Aykırı Kamulaştırma Uygulamaları
Kamulaştırma işlemleri sırasında en sık rastlanan hukuka aykırılıklar şunlardır:
Kamulaştırmasız El Atma: İdarenin kamulaştırma yapmadan taşınmaza el koyması.
Eksik veya Hatalı Bedel Tespiti: Kamulaştırma bedelinin gerçek piyasa değerinden düşük belirlenmesi.
Kamu Yarı Amacı Gözetilmeksizin Yapılan Kamulaştırma: Gerçek anlamda kamu yararı olmayan durumlarda yapılan kamulaştırmalar.
Kamulaştırma Bedelinin Geç Ödenmesi: Anayasa ve yasalara aykırı olarak kamulaştırma bedelinin zamanında ve tam olarak ödenmemesi.
Bu tür durumlarla karşılaşan taşınmaz sahipleri, hukuki yollara başvurarak haklarını arayabilir.
3. Hukuka Aykırı Kamulaştırma Karşısında Başvuru Yolları
Hukuka aykırı bir kamulaştırma işlemine karşı taşınmaz sahibinin kullanabileceği en etkili hukuki yollar şunlardır:
a) Kamulaştırma İptal Davası
Kamulaştırma işlemine karşı idare mahkemesinde iptal davası açılabilir. İptal davasının başlıca gerekçeleri şunlar olabilir:
Kamu yararı ilkesine aykırılık,
Usul eksiklikleri,
Fahiş veya hatalı bedel tespiti.
b) Bedel Artırım Davası
Kamulaştırma bedelinin düşük belirlenmesi halinde, taşınmaz maliki Asliye Hukuk Mahkemesi’nde bedel artırım davası açabilir.
c) Kamulaştırmasız El Atma Davası
Kamulaştırmasız el atma durumunda, taşınmaz maliki tam yargı davası (tazminat davası) açabilir veya taşınmazın geri verilmesini talep edebilir.
d) Anayasa Mahkemesi ve AİHM Başvuruları
Kamulaştırma bedelinin eksik veya haksız ödenmesi, taşınmaza hukuka aykırı el konulması gibi durumlarda Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapılabilir. AYM’den olumlu sonuç alınamazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurulabilir.
4. Kamulaştırma Sürecinde Haklarınızı Koruyun
Kamulaştırma süreci hukuka uygun yapılmadığında, taşınmaz sahipleri için ciddi hak kayıpları oluşturabilir. Bu nedenle, taşınmaz sahipleri aşağıdaki adımları takip ederek haklarını koruyabilir:
Kamulaştırma kararının detaylarını inceleyin,
Kamulaştırma bedelinin piyasa değerine uygun olup olmadığını kontrol edin,
Hukuka aykırı bir işlem olup olmadığını değerlendirin,
Alanında uzman bir avukata danışarak hukuki süreci başlatın.
Eğer siz de hukuka aykırı bir kamulaştırma süreciyle karşı karşıya kaldığınızı düşünüyorsanız, bir uzmandan hukuki destek almanız önemlidir.
Sonuç
Kamulaştırma sürecinde yaşanabilecek hukuka aykırılıklar taşınmaz sahipleri açısından ciddi hak kayıplarına neden olabilir. Kamulaştırma işleminin iptali, bedel artırımı ve hukuki itiraz süreçleri taşınmaz sahiplerinin haklarını korumak için başvurabileceği önemli yollar arasındadır.
Unutmayın! Mülkiyet hakkınız Anayasa ile korunmaktadır. Kamulaştırma sürecinde karşılaşabileceğiniz sorunlar için uzman bir hukukçudan destek alarak haklarınızı savunabilirsiniz.
📌 Kamulaştırma ve taşınmaz hukuku ile ilgili en güncel gelişmelerden haberdar olmak için bizi takip edin!
Kamulaştırma ve imar planları, kamu yararı amacıyla taşınmazlar üzerinde tasarrufta bulunulmasını sağlayan hukuk mekanizmalarıdır. Ancak, uygulamada bazen hukuka aykırı ve haksız kamulaştırma işlemleri ile karşılaşılabilmektedir. Taşınmaz sahiplerinin haklarını koruyabilmesi için, hukuka aykırılığın tespit edilmesi ve uygun hukuki yolların kullanılması gerekmektedir.
Bu makalede, kamulaştırma süreci, hukuka aykırı uygulamalar ve taşınmaz sahiplerinin başvurabileceği hukuki yollar detaylı olarak ele alınmaktadır.
1. Kamulaştırma ve Hukuki Dayanağı
Kamulaştırma, devletin veya kamu kurumlarının, kamu yararı gerekçesiyle taşınmazların mülk sahibinin rızası olmaksızın bedeli karşılığında devralması işlemi olarak tanımlanabilir. Kamulaştırmanın yasal dayanağı Anayasa’nın 46. maddesi ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’dur.
Kamulaştırma Süreci
Kamulaştırma süreci şu aşamalardan oluşmaktadır:
Kamu yararı kararının alınması,
Taşınmaz malikine bildirim yapılması,
Bedel tespiti ve uzlaşı görüşmeleri,
Kamulaştırma bedelinin mahkeme kararıyla ödenmesi,
Tapunun idare adına tescili.
Ancak uygulamada bazen kamulaştırma sürecinde hukuka aykırı işlemler yapılabilmektedir.
2. Hukuka Aykırı Kamulaştırma Uygulamaları
Kamulaştırma işlemleri sırasında en sık rastlanan hukuka aykırılıklar şunlardır:
Kamulaştırmasız El Atma: İdarenin kamulaştırma yapmadan taşınmaza el koyması.
Eksik veya Hatalı Bedel Tespiti: Kamulaştırma bedelinin gerçek piyasa değerinden düşük belirlenmesi.
Kamu Yarı Amacı Gözetilmeksizin Yapılan Kamulaştırma: Gerçek anlamda kamu yararı olmayan durumlarda yapılan kamulaştırmalar.
Kamulaştırma Bedelinin Geç Ödenmesi: Anayasa ve yasalara aykırı olarak kamulaştırma bedelinin zamanında ve tam olarak ödenmemesi.
Bu tür durumlarla karşılaşan taşınmaz sahipleri, hukuki yollara başvurarak haklarını arayabilir.
3. Hukuka Aykırı Kamulaştırma Karşısında Başvuru Yolları
Hukuka aykırı bir kamulaştırma işlemine karşı taşınmaz sahibinin kullanabileceği en etkili hukuki yollar şunlardır:
a) Kamulaştırma İptal Davası
Kamulaştırma işlemine karşı idare mahkemesinde iptal davası açılabilir. İptal davasının başlıca gerekçeleri şunlar olabilir:
Kamu yararı ilkesine aykırılık,
Usul eksiklikleri,
Fahiş veya hatalı bedel tespiti.
b) Bedel Artırım Davası
Kamulaştırma bedelinin düşük belirlenmesi halinde, taşınmaz maliki Asliye Hukuk Mahkemesi’nde bedel artırım davası açabilir.
c) Kamulaştırmasız El Atma Davası
Kamulaştırmasız el atma durumunda, taşınmaz maliki tam yargı davası (tazminat davası) açabilir veya taşınmazın geri verilmesini talep edebilir.
d) Anayasa Mahkemesi ve AİHM Başvuruları
Kamulaştırma bedelinin eksik veya haksız ödenmesi, taşınmaza hukuka aykırı el konulması gibi durumlarda Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapılabilir. AYM’den olumlu sonuç alınamazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurulabilir.
4. Kamulaştırma Sürecinde Haklarınızı Koruyun
Kamulaştırma süreci hukuka uygun yapılmadığında, taşınmaz sahipleri için ciddi hak kayıpları oluşturabilir. Bu nedenle, taşınmaz sahipleri aşağıdaki adımları takip ederek haklarını koruyabilir:
Kamulaştırma kararının detaylarını inceleyin,
Kamulaştırma bedelinin piyasa değerine uygun olup olmadığını kontrol edin,
Hukuka aykırı bir işlem olup olmadığını değerlendirin,
Alanında uzman bir avukata danışarak hukuki süreci başlatın.
Eğer siz de hukuka aykırı bir kamulaştırma süreciyle karşı karşıya kaldığınızı düşünüyorsanız, bir uzmandan hukuki destek almanız önemlidir.
Sonuç
Kamulaştırma sürecinde yaşanabilecek hukuka aykırılıklar taşınmaz sahipleri açısından ciddi hak kayıplarına neden olabilir. Kamulaştırma işleminin iptali, bedel artırımı ve hukuki itiraz süreçleri taşınmaz sahiplerinin haklarını korumak için başvurabileceği önemli yollar arasındadır.
Unutmayın! Mülkiyet hakkınız Anayasa ile korunmaktadır. Kamulaştırma sürecinde karşılaşabileceğiniz sorunlar için uzman bir hukukçudan destek alarak haklarınızı savunabilirsiniz.
📌 Kamulaştırma ve taşınmaz hukuku ile ilgili en güncel gelişmelerden haberdar olmak için bizi takip edin!


Kripto Para Vergisi Geldi Mi?
Türkiye’deki Yeni Düzenlemeler ve Uluslararası Kıyaslama
Son yıllarda Türkiye, kripto para piyasasına yönelik hukuki çerçeveyi netleştirmek için çeşitli adımlar atmıştır. Ancak, 13 Mart 2025 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan iki yeni tebliğ, bu alandaki denetimleri sıkılaştırarak, kripto para transferlerinin detaylı takibini ve vergilendirilmesini gündeme getirmiştir. Bu makalede, Türkiye’deki önceki kripto para düzenlemeleri, yeni tebliğlerin getirdiği değişiklikler ve bu düzenlemelerin piyasa üzerindeki etkileri incelenecek; ayrıca, diğer ülkelerle kıyaslama yapılacaktır.
Türkiye’de Kripto Para Düzenlemelerinin Geçmişi
Türkiye, kripto para düzenlemeleri konusunda uzun süre gri bir alanda kaldı. İlk kapsamlı düzenlemeler 2021 yılında başladı.
Nisan 2021: Merkez Bankası’nın yayımladığı yönetmelik ile kripto varlıkların ödeme aracı olarak kullanılması yasaklandı.
Mayıs 2021: MASAK (Mali Suçları Araştırma Kurulu), kripto para borsalarının kara para aklama ile mücadele kapsamındaki yükümlülüklerini belirleyen bir rehber yayımladı. Bu rehber ile borsalara, müşteri bilgilerini toplama ve belirli tutarın üzerindeki işlemleri bildirme zorunluluğu getirildi.
Ekim 2021: Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), kripto varlıkların menkul kıymet niteliğinde olup olmadığını değerlendiren bir çalışma başlattı.
2022 ve 2023: Vergilendirme konusu sık sık gündeme gelse de, somut bir yasa çıkarılmadı.
Özetle, Türkiye’de daha önce kripto varlıklar doğrudan yasaklanmamış, ancak ödeme yöntemi olarak kullanılması kısıtlanmış ve borsalara yükümlülükler getirilmişti. Ancak, doğrudan vergi uygulanması veya bireysel transferlerin denetlenmesi gibi düzenlemeler yapılmamıştı.
Yeni Tebliğler ve Getirdiği Değişiklikler
1) 20250313-5 Sayılı Tebliğ: Kripto Para Transferlerinin Sıkı Denetimi
Bu tebliğ ile kripto para transferleri ciddi bir denetime tabi tutulmaktadır. Yeni düzenlemeye göre:
Borsalar ve Aracı Kurumlar: Müşterilerin kimlik bilgilerini doğrulamak ve tüm transferleri kayıt altına almak zorundadır.
Şüpheli İşlem Bildirim Zorunluluğu: Belirlenen tutarın üzerindeki işlemler MASAK’a bildirilecektir.
Cüzdanlar Arası Transfer: Merkezi borsalar dışındaki cüzdanlar arasında yapılan büyük çaplı transferler de denetim altına alınacak.
Bu düzenlemeler, özellikle P2P (kişiden kişiye) işlemlerin takibine olanak tanıyacağı için bireysel yatırımcıları doğrudan etkileyebilir.
2) 20250313-6 Sayılı Tebliğ: Kripto Para Vergilendirmesi
Bu tebliğ ile kripto para işlemlerine vergi getirilmesi öngörülmektedir. Bu kapsamda:
Alım-Satım Kazanç Vergisi: Kripto para ticaretinden elde edilen kazançlar belirli bir oranla vergilendirilecek.
Transfer Vergisi: Cüzdanlar arası yapılan belirli büyüklükteki transferlerden kesinti yapılabilir.
Madencilik ve Staking Gelirleri: Bu gelirler de vergilendirme kapsamına alınabilir.
Vergilendirme oranları henüz kesinleşmemiş olsa da, bu tür düzenlemeler yatırımcılar açısından önemli değişiklikler getirecektir.
Türkiye’deki Yeni Düzenlemelerin Etkileri
Yeni düzenlemeler, Türkiye’de kripto para piyasasına büyük etkiler yapacaktır:
Merkeziyetsizlik Azalabilir: Kripto para piyasasının en büyük avantajlarından biri, merkezi bir otoritenin denetiminden bağımsız olmasıydı. Ancak, yeni düzenlemelerle bu durum değişebilir.
Bireysel Kullanıcılar Zorlanabilir: Kendi cüzdanlarında kripto tutan kişiler, denetim süreçleri nedeniyle zorluk yaşayabilir.
Yatırımcı Kaçışı: Kripto para yatırımcıları, vergilendirme nedeniyle farklı ülkelere yönelerek Türkiye’deki borsaları terk edebilir.
Hukuki Belirsizliklerin Azalması: Öte yandan, düzenlemeler piyasaya güven sağlayarak büyük finansal kuruluşların kripto piyasasına girmesini kolaylaştırabilir.
Uluslararası Kıyaslama: Türkiye Dünyaya Nasıl Uyuyor?
Kripto para düzenlemeleri dünya genelinde büyük farklılıklar göstermektedir. Türkiye’deki yeni düzenlemeler, bazı ülkelerdeki uygulamalara benzemektedir:
ABD: ABD’de kripto para işlemleri "sermaye kazancı" olarak değerlendiriliyor ve vergiye tabi tutuluyor. Ayrıca, FATF (Mali Eylem Görev Gücü) kurallarına uygun olarak, belirli tutarın üzerindeki transferlerin raporlanması gerekiyor. Türkiye’nin yeni düzenlemeleri, bu yapıya oldukça benziyor.
AB: Avrupa Birliği, "MiCA (Markets in Crypto-Assets)" düzenlemesi ile kripto para piyasasını denetim altına aldı. Türkiye’nin son düzenlemeleri de benzer bir çerçeveye oturtulabilir.
Çin: Çin, kripto para ticaretini tamamen yasaklayarak en katı politikayı benimsemiş durumda. Türkiye’de ise tam bir yasak yerine sıkı denetim ve vergilendirme tercih ediliyor.
El Salvador: Tam tersine, El Salvador kripto paraları resmi para birimi olarak kabul etti ve vergilendirmedi. Türkiye’nin politikası bu modelden oldukça farklı.
Bu kıyaslama, Türkiye’nin ABD ve AB modeli ile benzer bir yaklaşım benimsediğini göstermektedir.
Sonuç ve Geleceğe Bakış
Kripto para düzenlemeleri, Türkiye’de 13 Mart 2025 itibarıyla yeni bir döneme girmiştir. Vergilendirme ve sıkı denetim uygulamaları, yatırımcıları etkileyecek ve piyasada önemli değişikliklere yol açacaktır.
✔ Olumlu Etkiler: Hukuki belirsizliklerin azalması, daha güvenli bir yatırım ortamı yaratılması
✖ Olumsuz Etkiler: Bireysel yatırımcıların zorlanması, piyasanın daralması, yatırımcı kaçışı
Önümüzdeki süreçte, düzenlemelerin yatırımcı güvenini artırıp artırmayacağı veya Türkiye’den bir çıkış dalgası yaratıp yaratmayacağı merakla takip edilecektir. Kripto para ekosisteminin nasıl evrileceğini görmek için gelişmeleri yakından takip etmek gerekiyor.
Son yıllarda Türkiye, kripto para piyasasına yönelik hukuki çerçeveyi netleştirmek için çeşitli adımlar atmıştır. Ancak, 13 Mart 2025 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan iki yeni tebliğ, bu alandaki denetimleri sıkılaştırarak, kripto para transferlerinin detaylı takibini ve vergilendirilmesini gündeme getirmiştir. Bu makalede, Türkiye’deki önceki kripto para düzenlemeleri, yeni tebliğlerin getirdiği değişiklikler ve bu düzenlemelerin piyasa üzerindeki etkileri incelenecek; ayrıca, diğer ülkelerle kıyaslama yapılacaktır.
Türkiye’de Kripto Para Düzenlemelerinin Geçmişi
Türkiye, kripto para düzenlemeleri konusunda uzun süre gri bir alanda kaldı. İlk kapsamlı düzenlemeler 2021 yılında başladı.
Nisan 2021: Merkez Bankası’nın yayımladığı yönetmelik ile kripto varlıkların ödeme aracı olarak kullanılması yasaklandı.
Mayıs 2021: MASAK (Mali Suçları Araştırma Kurulu), kripto para borsalarının kara para aklama ile mücadele kapsamındaki yükümlülüklerini belirleyen bir rehber yayımladı. Bu rehber ile borsalara, müşteri bilgilerini toplama ve belirli tutarın üzerindeki işlemleri bildirme zorunluluğu getirildi.
Ekim 2021: Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), kripto varlıkların menkul kıymet niteliğinde olup olmadığını değerlendiren bir çalışma başlattı.
2022 ve 2023: Vergilendirme konusu sık sık gündeme gelse de, somut bir yasa çıkarılmadı.
Özetle, Türkiye’de daha önce kripto varlıklar doğrudan yasaklanmamış, ancak ödeme yöntemi olarak kullanılması kısıtlanmış ve borsalara yükümlülükler getirilmişti. Ancak, doğrudan vergi uygulanması veya bireysel transferlerin denetlenmesi gibi düzenlemeler yapılmamıştı.
Yeni Tebliğler ve Getirdiği Değişiklikler
1) 20250313-5 Sayılı Tebliğ: Kripto Para Transferlerinin Sıkı Denetimi
Bu tebliğ ile kripto para transferleri ciddi bir denetime tabi tutulmaktadır. Yeni düzenlemeye göre:
Borsalar ve Aracı Kurumlar: Müşterilerin kimlik bilgilerini doğrulamak ve tüm transferleri kayıt altına almak zorundadır.
Şüpheli İşlem Bildirim Zorunluluğu: Belirlenen tutarın üzerindeki işlemler MASAK’a bildirilecektir.
Cüzdanlar Arası Transfer: Merkezi borsalar dışındaki cüzdanlar arasında yapılan büyük çaplı transferler de denetim altına alınacak.
Bu düzenlemeler, özellikle P2P (kişiden kişiye) işlemlerin takibine olanak tanıyacağı için bireysel yatırımcıları doğrudan etkileyebilir.
2) 20250313-6 Sayılı Tebliğ: Kripto Para Vergilendirmesi
Bu tebliğ ile kripto para işlemlerine vergi getirilmesi öngörülmektedir. Bu kapsamda:
Alım-Satım Kazanç Vergisi: Kripto para ticaretinden elde edilen kazançlar belirli bir oranla vergilendirilecek.
Transfer Vergisi: Cüzdanlar arası yapılan belirli büyüklükteki transferlerden kesinti yapılabilir.
Madencilik ve Staking Gelirleri: Bu gelirler de vergilendirme kapsamına alınabilir.
Vergilendirme oranları henüz kesinleşmemiş olsa da, bu tür düzenlemeler yatırımcılar açısından önemli değişiklikler getirecektir.
Türkiye’deki Yeni Düzenlemelerin Etkileri
Yeni düzenlemeler, Türkiye’de kripto para piyasasına büyük etkiler yapacaktır:
Merkeziyetsizlik Azalabilir: Kripto para piyasasının en büyük avantajlarından biri, merkezi bir otoritenin denetiminden bağımsız olmasıydı. Ancak, yeni düzenlemelerle bu durum değişebilir.
Bireysel Kullanıcılar Zorlanabilir: Kendi cüzdanlarında kripto tutan kişiler, denetim süreçleri nedeniyle zorluk yaşayabilir.
Yatırımcı Kaçışı: Kripto para yatırımcıları, vergilendirme nedeniyle farklı ülkelere yönelerek Türkiye’deki borsaları terk edebilir.
Hukuki Belirsizliklerin Azalması: Öte yandan, düzenlemeler piyasaya güven sağlayarak büyük finansal kuruluşların kripto piyasasına girmesini kolaylaştırabilir.
Uluslararası Kıyaslama: Türkiye Dünyaya Nasıl Uyuyor?
Kripto para düzenlemeleri dünya genelinde büyük farklılıklar göstermektedir. Türkiye’deki yeni düzenlemeler, bazı ülkelerdeki uygulamalara benzemektedir:
ABD: ABD’de kripto para işlemleri "sermaye kazancı" olarak değerlendiriliyor ve vergiye tabi tutuluyor. Ayrıca, FATF (Mali Eylem Görev Gücü) kurallarına uygun olarak, belirli tutarın üzerindeki transferlerin raporlanması gerekiyor. Türkiye’nin yeni düzenlemeleri, bu yapıya oldukça benziyor.
AB: Avrupa Birliği, "MiCA (Markets in Crypto-Assets)" düzenlemesi ile kripto para piyasasını denetim altına aldı. Türkiye’nin son düzenlemeleri de benzer bir çerçeveye oturtulabilir.
Çin: Çin, kripto para ticaretini tamamen yasaklayarak en katı politikayı benimsemiş durumda. Türkiye’de ise tam bir yasak yerine sıkı denetim ve vergilendirme tercih ediliyor.
El Salvador: Tam tersine, El Salvador kripto paraları resmi para birimi olarak kabul etti ve vergilendirmedi. Türkiye’nin politikası bu modelden oldukça farklı.
Bu kıyaslama, Türkiye’nin ABD ve AB modeli ile benzer bir yaklaşım benimsediğini göstermektedir.
Sonuç ve Geleceğe Bakış
Kripto para düzenlemeleri, Türkiye’de 13 Mart 2025 itibarıyla yeni bir döneme girmiştir. Vergilendirme ve sıkı denetim uygulamaları, yatırımcıları etkileyecek ve piyasada önemli değişikliklere yol açacaktır.
✔ Olumlu Etkiler: Hukuki belirsizliklerin azalması, daha güvenli bir yatırım ortamı yaratılması
✖ Olumsuz Etkiler: Bireysel yatırımcıların zorlanması, piyasanın daralması, yatırımcı kaçışı
Önümüzdeki süreçte, düzenlemelerin yatırımcı güvenini artırıp artırmayacağı veya Türkiye’den bir çıkış dalgası yaratıp yaratmayacağı merakla takip edilecektir. Kripto para ekosisteminin nasıl evrileceğini görmek için gelişmeleri yakından takip etmek gerekiyor.


Kira Tespit Davası Rehberi
Kiracı ve Mal Sahipleri İçin Bilinmesi Gerekenler
Giriş
Kira bedelinin mevcut piyasa koşullarına uygun olup olmadığını belirlemek isteyen mal sahipleri ve kiracılar için kira tespit davası, önemli bir hukuki süreçtir. Bu rehberde, kira tespit davasının şartları, yasal dayanakları, başvuru süreci ve mahkeme tarafından dikkate alınan hususları detaylı şekilde ele alacağız.
1. Kira Tespit Davası Nedir?
Kira tespit davası, mevcut kira bedelinin adil olup olmadığını belirlemek için mahkemeye yapılan başvurudur. Davanın amacı, kira sözleşmesinde belirlenen bedelin emsal değerlerle uyumlu hale getirilmesidir.
Bu davalar, özellikle kira sözleşmesi 5 yılını doldurduğunda veya taraflar kira bedelinde anlaşamadığında sıkça açılmaktadır.
2. Kira Tespit Davasının Yasal Dayanakları
Kira tespit davası, Türk Borçlar Kanunu'nun 344. maddesi kapsamında düzenlenmiştir. Bu maddeye göre:
İlk 5 yıl içinde: Kira bedeli, en fazla TÜFE oranında artırılabilir.
5 yıl sonunda: Kira bedeli, emsal rayiç bedellere göre mahkeme tarafından belirlenebilir.
10 yıl ve üzeri: Kiraya veren, tahliye hakkına sahip olsa da yine de kira bedelinin tespiti için dava açabilir.
3. Kira Tespit Davası Kimler Tarafından Açılabilir?
Bu davayı hem kiracı hem de mal sahibi açabilir:
✔ Kiracı, aşırı yüksek kira ödemek zorunda kaldığını düşünüyorsa kira tespit davası açabilir.
✔ Ev sahibi, mevcut kira bedelinin düşük kaldığını düşünüyorsa bu davayı açabilir.
4. Kira Tespit Davası Açma Şartları
🔹 Mevcut bir kira sözleşmesi olmalıdır.
🔹 Davayı açan taraf, kira bedelinin piyasa koşullarına uymadığını iddia etmelidir.
🔹 Davalar, kira döneminin başlamasından önce veya kira dönemi içinde açılmalıdır.
🔹 Emsal kira bedelleri ve ekspertiz raporları delil olarak sunulmalıdır.
5. Kira Tespit Davasında Mahkeme Hangi Kriterleri Dikkate Alır?
Mahkeme, kira bedelinin belirlenmesinde şu unsurları dikkate alır:
📌 Emsal Kira Bedelleri: Aynı bölgedeki benzer taşınmazların kira değerleri incelenir.
📌 Gayrimenkulün Konumu ve Özellikleri: Ulaşım, manzara, bina yaşı gibi kriterler değerlendirilir.
📌 TÜFE Oranları: İlk 5 yıl içinde kira bedeli artışlarında dikkate alınır.
📌 Sözleşme Şartları: Kiracı ve mal sahibinin anlaşma şartları göz önünde bulundurulur.
6. Kira Tespit Davasında Süreç Nasıl İşler?
📌 Dava Açma: Yetkili Sulh Hukuk Mahkemesi'ne dava dilekçesi sunulur.
📌 Emsal İncelemesi: Bilirkişi, bölgedeki benzer kira bedellerini inceler.
📌 Mahkeme Kararı: Kira bedeli belirlenir ve karar geriye dönük olarak uygulanır.
📌 Kararın Uygulanması: Yeni kira bedeli, mahkeme tarafından belirlenen tarihten itibaren geçerli olur.
7. Kira Tespit Davası Ne Kadar Sürer?
Dava süresi 6 ay ila 1,5 yıl arasında değişmektedir. Bilirkişi raporları, mahkemelerin iş yükü ve itiraz süreçleri süreyi uzatabilir.
8. Kira Tespit Davasında Geriye Dönük Uygulama
Mahkeme, kira tespit davasında geriye dönük 1 yıl içinde farkın ödenmesine karar verebilir. Yani, yeni belirlenen kira bedeli, mahkemeye başvurulan tarihten itibaren geçerli olabilir.
Kira tespit davası, hem kiracılar hem de mal sahipleri için büyük önem taşır. Kira bedelinin piyasa koşullarına uygun hale getirilmesi için hukuki destek almak, süreci hızlandırabilir ve olası mağduriyetleri önleyebilir.
📌 Siz de kira tespit davası açmayı düşünüyor musunuz? Haklarınızı öğrenmek için profesyonel destek alabilirsiniz.
Giriş
Kira bedelinin mevcut piyasa koşullarına uygun olup olmadığını belirlemek isteyen mal sahipleri ve kiracılar için kira tespit davası, önemli bir hukuki süreçtir. Bu rehberde, kira tespit davasının şartları, yasal dayanakları, başvuru süreci ve mahkeme tarafından dikkate alınan hususları detaylı şekilde ele alacağız.
1. Kira Tespit Davası Nedir?
Kira tespit davası, mevcut kira bedelinin adil olup olmadığını belirlemek için mahkemeye yapılan başvurudur. Davanın amacı, kira sözleşmesinde belirlenen bedelin emsal değerlerle uyumlu hale getirilmesidir.
Bu davalar, özellikle kira sözleşmesi 5 yılını doldurduğunda veya taraflar kira bedelinde anlaşamadığında sıkça açılmaktadır.
2. Kira Tespit Davasının Yasal Dayanakları
Kira tespit davası, Türk Borçlar Kanunu'nun 344. maddesi kapsamında düzenlenmiştir. Bu maddeye göre:
İlk 5 yıl içinde: Kira bedeli, en fazla TÜFE oranında artırılabilir.
5 yıl sonunda: Kira bedeli, emsal rayiç bedellere göre mahkeme tarafından belirlenebilir.
10 yıl ve üzeri: Kiraya veren, tahliye hakkına sahip olsa da yine de kira bedelinin tespiti için dava açabilir.
3. Kira Tespit Davası Kimler Tarafından Açılabilir?
Bu davayı hem kiracı hem de mal sahibi açabilir:
✔ Kiracı, aşırı yüksek kira ödemek zorunda kaldığını düşünüyorsa kira tespit davası açabilir.
✔ Ev sahibi, mevcut kira bedelinin düşük kaldığını düşünüyorsa bu davayı açabilir.
4. Kira Tespit Davası Açma Şartları
🔹 Mevcut bir kira sözleşmesi olmalıdır.
🔹 Davayı açan taraf, kira bedelinin piyasa koşullarına uymadığını iddia etmelidir.
🔹 Davalar, kira döneminin başlamasından önce veya kira dönemi içinde açılmalıdır.
🔹 Emsal kira bedelleri ve ekspertiz raporları delil olarak sunulmalıdır.
5. Kira Tespit Davasında Mahkeme Hangi Kriterleri Dikkate Alır?
Mahkeme, kira bedelinin belirlenmesinde şu unsurları dikkate alır:
📌 Emsal Kira Bedelleri: Aynı bölgedeki benzer taşınmazların kira değerleri incelenir.
📌 Gayrimenkulün Konumu ve Özellikleri: Ulaşım, manzara, bina yaşı gibi kriterler değerlendirilir.
📌 TÜFE Oranları: İlk 5 yıl içinde kira bedeli artışlarında dikkate alınır.
📌 Sözleşme Şartları: Kiracı ve mal sahibinin anlaşma şartları göz önünde bulundurulur.
6. Kira Tespit Davasında Süreç Nasıl İşler?
📌 Dava Açma: Yetkili Sulh Hukuk Mahkemesi'ne dava dilekçesi sunulur.
📌 Emsal İncelemesi: Bilirkişi, bölgedeki benzer kira bedellerini inceler.
📌 Mahkeme Kararı: Kira bedeli belirlenir ve karar geriye dönük olarak uygulanır.
📌 Kararın Uygulanması: Yeni kira bedeli, mahkeme tarafından belirlenen tarihten itibaren geçerli olur.
7. Kira Tespit Davası Ne Kadar Sürer?
Dava süresi 6 ay ila 1,5 yıl arasında değişmektedir. Bilirkişi raporları, mahkemelerin iş yükü ve itiraz süreçleri süreyi uzatabilir.
8. Kira Tespit Davasında Geriye Dönük Uygulama
Mahkeme, kira tespit davasında geriye dönük 1 yıl içinde farkın ödenmesine karar verebilir. Yani, yeni belirlenen kira bedeli, mahkemeye başvurulan tarihten itibaren geçerli olabilir.
Kira tespit davası, hem kiracılar hem de mal sahipleri için büyük önem taşır. Kira bedelinin piyasa koşullarına uygun hale getirilmesi için hukuki destek almak, süreci hızlandırabilir ve olası mağduriyetleri önleyebilir.
📌 Siz de kira tespit davası açmayı düşünüyor musunuz? Haklarınızı öğrenmek için profesyonel destek alabilirsiniz.


İhtiyaç Sebebiyle Tahliye Davası
İhtiyaç sebebiyle tahliye davası, kiraya verenin kendisi, eşi, altsoyu, üstsoyu veya kanunen bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler için kiralanan taşınmaza ihtiyaç duyması durumunda, kiracının tahliyesini talep etmesine olanak tanıyan bir hukuki süreçtir. Bu makalede, ihtiyaç sebebiyle tahliye davasının şartları, dava açma süreleri ve nasıl açılacağı konularında detaylı bilgiler sunulacaktır.
İhtiyaç Sebebiyle Tahliye Davasının Şartları Nelerdir?
Türk Borçlar Kanunu'nun 350. maddesine göre, kiraya veren veya yakınlarının kiralananı konut veya işyeri olarak kullanma zorunluluğu bulunması halinde, ihtiyaç sebebiyle tahliye davası açılabilir. Bu davanın açılabilmesi için aşağıdaki şartların sağlanması gerekmektedir:
Gerçek, Samimi ve Zorunlu İhtiyaç: Kiraya verenin veya belirtilen yakınlarının kiralanana olan ihtiyacının gerçek, samimi ve zorunlu olması gerekir. Geçici veya keyfi ihtiyaçlar tahliye sebebi oluşturmaz. Yargıtay kararlarına göre, ihtiyacın gerçek ve samimi olduğunun kanıtlanması esastır.
kazanci.com.tr
İhtiyacın Sürekliliği: İhtiyacın, dava açıldığı tarihte mevcut olması ve yargılama süresince devam etmesi gerekmektedir. Henüz doğmamış veya gelecekte ortaya çıkacak bir ihtiyaç, tahliye sebebi olarak kabul edilmez.
kazanci.com.tr
Kanuni Sürelere Uygunluk: Davanın, kira sözleşmesinin türüne göre belirlenen süreler içinde açılması zorunludur. Bu süreler, belirli ve belirsiz süreli sözleşmeler için farklılık gösterir.
İhtiyaç Sebebiyle Tahliye Davası Ne Kadar Sürer?
İhtiyaç sebebiyle tahliye davalarının süresi, mahkemelerin iş yüküne, tarafların tutumuna ve delillerin toplanma hızına bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Genel olarak, bu tür davalar 6 ay ile 18 ay arasında sonuçlanabilmektedir. Ancak, her somut olayın özellikleri ve yargılamanın seyrine göre bu süreler farklılık gösterebilir.
İhtiyaç Sebebiyle Tahliye Davası Nasıl Açılır?
İhtiyaç sebebiyle tahliye davası açma süreci, kira sözleşmesinin belirli veya belirsiz süreli olmasına göre farklılık gösterir:
Belirli Süreli Kira Sözleşmelerinde
Belirli süreli kira sözleşmelerinde, sözleşme süresinin bitiminden itibaren bir ay içinde tahliye davası açılması gerekmektedir. Bu durumda, kiraya verenin önceden bir bildirimde bulunmasına gerek yoktur. Sözleşme bitiminden itibaren bir ay içinde dava açılmaması halinde, kiraya verenin tahliye talebi hakkı düşer.
Belirsiz Süreli Kira Sözleşmelerinde
Belirsiz süreli kira sözleşmelerinde, kiraya verenin altı aylık kira döneminin sonu için, en az üç ay önceden yazılı fesih bildiriminde bulunması gerekmektedir. Bu bildirimden sonra, kira döneminin bitiminden itibaren bir ay içinde tahliye davası açılmalıdır. Örneğin, kira sözleşmesi 1 Ocak'ta başlamışsa, ilk altı aylık dönem 30 Haziran'da sona erer. Kiraya verenin, 31 Mart'a kadar fesih bildirimini kiracıya iletmesi ve 30 Haziran'dan itibaren bir ay içinde dava açması gerekmektedir.
Yeni Malikin İhtiyacı Nedeniyle Tahliye
Kiralananı sonradan edinen yeni malik, edinme tarihinden itibaren bir ay içinde durumu kiracıya yazılı olarak bildirmek koşuluyla, altı ay sonra tahliye davası açabilir. Alternatif olarak, yeni malik, sözleşme süresinin bitiminden itibaren bir ay içinde de tahliye davası açma hakkına sahiptir.
Dava Açma Sürelerine Uyulmamasının Sonuçları
İhtiyaç sebebiyle tahliye davalarında, kanunda belirtilen süreler hak düşürücü niteliktedir. Bu sürelerin kaçırılması durumunda, tahliye talebi hakkı kaybedilir ve dava açılamaz. Bu nedenle, kiraya verenlerin belirtilen süreleri titizlikle takip etmeleri önemlidir.
Yeniden Kiralama Yasağı
Kiraya veren, ihtiyaç nedeniyle tahliye sağladıktan sonra, haklı bir sebep olmaksızın, kiralananı üç yıl geçmedikçe eski kiracısından başkasına kiralayamaz. Aksi takdirde, eski kiracıya son kira yılında ödediği bir yıllık kira bedelinden az olmamak üzere tazminat ödemekle yükümlü olur.
İhtiyaç sebebiyle tahliye davaları, kiraya verenin veya yakınlarının konut veya işyeri ihtiyacını karşılamak amacıyla başvurulan hukuki yollardan biridir. Bu davaların başarılı olabilmesi için, ihtiyaç durumunun gerçek, samimi ve zorunlu olması, kanuni süre ve prosedürlere uyulması gerekmektedir. Sürecin karmaşıklığı ve hukuki detayları nedeniyle, uzman bir hukukçudan destek almak faydalı olacaktır.
İhtiyaç Sebebiyle Tahliye Davasının Şartları Nelerdir?
Türk Borçlar Kanunu'nun 350. maddesine göre, kiraya veren veya yakınlarının kiralananı konut veya işyeri olarak kullanma zorunluluğu bulunması halinde, ihtiyaç sebebiyle tahliye davası açılabilir. Bu davanın açılabilmesi için aşağıdaki şartların sağlanması gerekmektedir:
Gerçek, Samimi ve Zorunlu İhtiyaç: Kiraya verenin veya belirtilen yakınlarının kiralanana olan ihtiyacının gerçek, samimi ve zorunlu olması gerekir. Geçici veya keyfi ihtiyaçlar tahliye sebebi oluşturmaz. Yargıtay kararlarına göre, ihtiyacın gerçek ve samimi olduğunun kanıtlanması esastır.
kazanci.com.tr
İhtiyacın Sürekliliği: İhtiyacın, dava açıldığı tarihte mevcut olması ve yargılama süresince devam etmesi gerekmektedir. Henüz doğmamış veya gelecekte ortaya çıkacak bir ihtiyaç, tahliye sebebi olarak kabul edilmez.
kazanci.com.tr
Kanuni Sürelere Uygunluk: Davanın, kira sözleşmesinin türüne göre belirlenen süreler içinde açılması zorunludur. Bu süreler, belirli ve belirsiz süreli sözleşmeler için farklılık gösterir.
İhtiyaç Sebebiyle Tahliye Davası Ne Kadar Sürer?
İhtiyaç sebebiyle tahliye davalarının süresi, mahkemelerin iş yüküne, tarafların tutumuna ve delillerin toplanma hızına bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Genel olarak, bu tür davalar 6 ay ile 18 ay arasında sonuçlanabilmektedir. Ancak, her somut olayın özellikleri ve yargılamanın seyrine göre bu süreler farklılık gösterebilir.
İhtiyaç Sebebiyle Tahliye Davası Nasıl Açılır?
İhtiyaç sebebiyle tahliye davası açma süreci, kira sözleşmesinin belirli veya belirsiz süreli olmasına göre farklılık gösterir:
Belirli Süreli Kira Sözleşmelerinde
Belirli süreli kira sözleşmelerinde, sözleşme süresinin bitiminden itibaren bir ay içinde tahliye davası açılması gerekmektedir. Bu durumda, kiraya verenin önceden bir bildirimde bulunmasına gerek yoktur. Sözleşme bitiminden itibaren bir ay içinde dava açılmaması halinde, kiraya verenin tahliye talebi hakkı düşer.
Belirsiz Süreli Kira Sözleşmelerinde
Belirsiz süreli kira sözleşmelerinde, kiraya verenin altı aylık kira döneminin sonu için, en az üç ay önceden yazılı fesih bildiriminde bulunması gerekmektedir. Bu bildirimden sonra, kira döneminin bitiminden itibaren bir ay içinde tahliye davası açılmalıdır. Örneğin, kira sözleşmesi 1 Ocak'ta başlamışsa, ilk altı aylık dönem 30 Haziran'da sona erer. Kiraya verenin, 31 Mart'a kadar fesih bildirimini kiracıya iletmesi ve 30 Haziran'dan itibaren bir ay içinde dava açması gerekmektedir.
Yeni Malikin İhtiyacı Nedeniyle Tahliye
Kiralananı sonradan edinen yeni malik, edinme tarihinden itibaren bir ay içinde durumu kiracıya yazılı olarak bildirmek koşuluyla, altı ay sonra tahliye davası açabilir. Alternatif olarak, yeni malik, sözleşme süresinin bitiminden itibaren bir ay içinde de tahliye davası açma hakkına sahiptir.
Dava Açma Sürelerine Uyulmamasının Sonuçları
İhtiyaç sebebiyle tahliye davalarında, kanunda belirtilen süreler hak düşürücü niteliktedir. Bu sürelerin kaçırılması durumunda, tahliye talebi hakkı kaybedilir ve dava açılamaz. Bu nedenle, kiraya verenlerin belirtilen süreleri titizlikle takip etmeleri önemlidir.
Yeniden Kiralama Yasağı
Kiraya veren, ihtiyaç nedeniyle tahliye sağladıktan sonra, haklı bir sebep olmaksızın, kiralananı üç yıl geçmedikçe eski kiracısından başkasına kiralayamaz. Aksi takdirde, eski kiracıya son kira yılında ödediği bir yıllık kira bedelinden az olmamak üzere tazminat ödemekle yükümlü olur.
İhtiyaç sebebiyle tahliye davaları, kiraya verenin veya yakınlarının konut veya işyeri ihtiyacını karşılamak amacıyla başvurulan hukuki yollardan biridir. Bu davaların başarılı olabilmesi için, ihtiyaç durumunun gerçek, samimi ve zorunlu olması, kanuni süre ve prosedürlere uyulması gerekmektedir. Sürecin karmaşıklığı ve hukuki detayları nedeniyle, uzman bir hukukçudan destek almak faydalı olacaktır.


Değer Kaybı Davası Rehberi
Kazaya karışan araç sahipleri için en önemli konulardan biri, araçlarının değer kaybına uğramasıdır. Değer kaybı, aracın kaza öncesi ve sonrası piyasa değeri arasındaki farktır ve mağdur araç sahibi tarafından tazmin edilebilir. Bu rehberde, değer kaybı davasının şartlarını, süreçlerini ve başvuru yollarını detaylandıracağız.
Değer Kaybı Nedir?
Değer kaybı, bir aracın kaza geçirmesi nedeniyle ikinci el piyasa değerinde meydana gelen düşüştür. Araç onarılmış olsa bile, hasar kaydı nedeniyle ikinci el piyasasında daha düşük bir fiyata satılabilir. İşte bu maddi kaybın telafi edilmesi amacıyla değer kaybı tazminatı talep edilebilir.
Değer Kaybı Tazminatı Kimler Tarafından Talep Edilebilir?
Kazaya karışan ancak kusuru bulunmayan ya da kusuru az olan taraf değer kaybı tazminatı talep edebilir.
Kaza nedeniyle aracı hasar gören kişiler sigorta şirketine veya doğrudan karşı tarafın sürücüsüne ve sigorta poliçesinin kapsamında kalan sorumlu kişilere dava açabilir.
Kusuru tamamen kendisine ait olan sürücüler değer kaybı tazminatı talep edemez.
Değer Kaybı Davası Açmadan Önce İzlenmesi Gereken Adımlar
Kaza Tutanağı Tutulması: Kaza sonrası, polis veya jandarma tarafından tutulan resmi tutanak, değer kaybı talebinin en önemli delilidir.
Ekspertiz Raporu Alınması: Aracın değer kaybı miktarının hesaplanabilmesi için bir ekspertiz raporu hazırlanmalıdır.
Sigorta Şirketine Başvuru: Öncelikle aracın sigorta şirketine değer kaybı talebinde bulunulabilir. Sigorta şirketi bu talebi reddederse veya düşük bir ödeme yaparsa dava açma hakkı doğar.
Sigorta Tahkim Komisyonuna Başvuru: Sigorta şirketi ile anlaşma sağlanamazsa Sigorta Tahkim Komisyonu’na başvurulabilir.
Mahkemeye Başvuru: Eğer sigorta şirketi veya tahkim süreci sonucunda tatmin edici bir ödeme yapılmazsa, karşı taraf aleyhine değer kaybı davası açılabilir.
Değer Kaybı Davası Nerede Açılır?
Değer kaybı davası, zararın meydana geldiği yer veya davalının ikametgahındaki Asliye Ticaret Mahkemesi’nde açılabilir.
Değer Kaybı Hesaplama Kriterleri
Mahkemeler ve sigorta şirketleri, değer kaybını hesaplarken aşağıdaki kriterleri dikkate alır:
Aracın marka ve modeli
Aracın kilometresi
Hasar geçmişi
Piyasa değeri
Kaza nedeniyle değişen parçalar ve onarım süreci
Değer Kaybı Davası İçin Gerekli Evraklar
Kaza tespit tutanağı
Ekspertiz raporu
Onarım faturaları ve servis raporları
Sigorta poliçesi
Ruhsat fotokopisi
Dava dilekçesi
Örnek Değer Kaybı Dilekçesi
T.C. ……… ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ’NE
DAVACI: [Ad-Soyad, T.C. Kimlik No, Adres]
DAVALI: [Karşı Tarafın Adı, Adresi]
DAVA KONUSU: Değer kaybı tazminatının tahsili talebi
AÇIKLAMALAR:
Müvekkil, … tarihinde meydana gelen trafik kazasında kusursuz olmasına rağmen aracında hasar meydana gelmiştir.
Kazaya ilişkin kaza tespit tutanağı, sigorta poliçesi ve ekspertiz raporu ekte sunulmuştur.
Kazadan sonra yapılan onarım, aracın ikinci el değerinde düşüşe neden olmuş, bu nedenle değer kaybı oluşmuştur.
Davalı taraf ve sigorta şirketi zararımızı karşılamayı reddettiğinden dolayı işbu davayı açma zarureti doğmuştur.
HUKUKİ NEDENLER: 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ve ilgili mevzuat
TALEP SONUCU: Aracımda meydana gelen … TL değer kaybının, kaza tarihinden itibaren işleyecek ticari faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini saygılarımla arz ve talep ederim.
Davacı: [İsim-Soyisim]
Ekler: [Gerekli belgeler listesi]
Değer kaybı tazminatı, kaza sonrası araç sahiplerinin uğradıkları maddi zararları gidermek için önemli bir hukuki mekanizmadır. Eğer değer kaybı talebiniz sigorta şirketi veya karşı taraf tarafından reddediliyorsa, hukuki yollarla bu hakkınızı arayabilirsiniz. Süreç konusunda detaylı bilgi ve danışmanlık almak için bir avukata başvurmanız faydalı olacaktır.
Değer Kaybı Nedir?
Değer kaybı, bir aracın kaza geçirmesi nedeniyle ikinci el piyasa değerinde meydana gelen düşüştür. Araç onarılmış olsa bile, hasar kaydı nedeniyle ikinci el piyasasında daha düşük bir fiyata satılabilir. İşte bu maddi kaybın telafi edilmesi amacıyla değer kaybı tazminatı talep edilebilir.
Değer Kaybı Tazminatı Kimler Tarafından Talep Edilebilir?
Kazaya karışan ancak kusuru bulunmayan ya da kusuru az olan taraf değer kaybı tazminatı talep edebilir.
Kaza nedeniyle aracı hasar gören kişiler sigorta şirketine veya doğrudan karşı tarafın sürücüsüne ve sigorta poliçesinin kapsamında kalan sorumlu kişilere dava açabilir.
Kusuru tamamen kendisine ait olan sürücüler değer kaybı tazminatı talep edemez.
Değer Kaybı Davası Açmadan Önce İzlenmesi Gereken Adımlar
Kaza Tutanağı Tutulması: Kaza sonrası, polis veya jandarma tarafından tutulan resmi tutanak, değer kaybı talebinin en önemli delilidir.
Ekspertiz Raporu Alınması: Aracın değer kaybı miktarının hesaplanabilmesi için bir ekspertiz raporu hazırlanmalıdır.
Sigorta Şirketine Başvuru: Öncelikle aracın sigorta şirketine değer kaybı talebinde bulunulabilir. Sigorta şirketi bu talebi reddederse veya düşük bir ödeme yaparsa dava açma hakkı doğar.
Sigorta Tahkim Komisyonuna Başvuru: Sigorta şirketi ile anlaşma sağlanamazsa Sigorta Tahkim Komisyonu’na başvurulabilir.
Mahkemeye Başvuru: Eğer sigorta şirketi veya tahkim süreci sonucunda tatmin edici bir ödeme yapılmazsa, karşı taraf aleyhine değer kaybı davası açılabilir.
Değer Kaybı Davası Nerede Açılır?
Değer kaybı davası, zararın meydana geldiği yer veya davalının ikametgahındaki Asliye Ticaret Mahkemesi’nde açılabilir.
Değer Kaybı Hesaplama Kriterleri
Mahkemeler ve sigorta şirketleri, değer kaybını hesaplarken aşağıdaki kriterleri dikkate alır:
Aracın marka ve modeli
Aracın kilometresi
Hasar geçmişi
Piyasa değeri
Kaza nedeniyle değişen parçalar ve onarım süreci
Değer Kaybı Davası İçin Gerekli Evraklar
Kaza tespit tutanağı
Ekspertiz raporu
Onarım faturaları ve servis raporları
Sigorta poliçesi
Ruhsat fotokopisi
Dava dilekçesi
Örnek Değer Kaybı Dilekçesi
T.C. ……… ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ’NE
DAVACI: [Ad-Soyad, T.C. Kimlik No, Adres]
DAVALI: [Karşı Tarafın Adı, Adresi]
DAVA KONUSU: Değer kaybı tazminatının tahsili talebi
AÇIKLAMALAR:
Müvekkil, … tarihinde meydana gelen trafik kazasında kusursuz olmasına rağmen aracında hasar meydana gelmiştir.
Kazaya ilişkin kaza tespit tutanağı, sigorta poliçesi ve ekspertiz raporu ekte sunulmuştur.
Kazadan sonra yapılan onarım, aracın ikinci el değerinde düşüşe neden olmuş, bu nedenle değer kaybı oluşmuştur.
Davalı taraf ve sigorta şirketi zararımızı karşılamayı reddettiğinden dolayı işbu davayı açma zarureti doğmuştur.
HUKUKİ NEDENLER: 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ve ilgili mevzuat
TALEP SONUCU: Aracımda meydana gelen … TL değer kaybının, kaza tarihinden itibaren işleyecek ticari faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini saygılarımla arz ve talep ederim.
Davacı: [İsim-Soyisim]
Ekler: [Gerekli belgeler listesi]
Değer kaybı tazminatı, kaza sonrası araç sahiplerinin uğradıkları maddi zararları gidermek için önemli bir hukuki mekanizmadır. Eğer değer kaybı talebiniz sigorta şirketi veya karşı taraf tarafından reddediliyorsa, hukuki yollarla bu hakkınızı arayabilirsiniz. Süreç konusunda detaylı bilgi ve danışmanlık almak için bir avukata başvurmanız faydalı olacaktır.


Ayrımcılık Tazminatı (Sendikal Tazminat)
Günümüz çalışma hayatında işçilerin ve çalışanların haklarını koruyan pek çok düzenleme bulunmaktadır. Ayrımcılık tazminatı ve sendikal tazminat bu düzenlemelerin en önemlilerinden biridir. Bu yazıda, bu iki tazminat türü hakkında merak edilenleri ve hangi durumlarda talep edilebileceğini inceleyeceğiz.
Ayrımcılık Tazminatı Nedir?
Ayrımcılık tazminatı, işçilerin Eşit Davranma Borcu ilkesine aykırı davranışlar nedeniyle maruz kaldıkları ayrımcılıklar sonucunda talep edebilecekleri bir tazminattır. Bu ilkeye göre işveren, çalışanlarına cinsiyet, yaş, din, etnik köken, hamilelik gibi sebeplerle ayrımcı davranamaz. İş Kanunu’nun 5. maddesi uyarınca ayrımcılık yasağına aykırı davranışların tespiti halinde, işçi ayrımcılık tazminatı talep edebilir.
Ayrımcılık Tazminatının Koşulları Nelerdir?
Ayrımcılık tazminatı talep edebilmek için aşağıdaki şartların sağlanması gerekir:
Eşit Davranma Borcunun İhlali: İşveren, benzer durumda olan çalışanlar arasında ayrımcı bir davranışta bulunmuş olmalıdır.
Ayrımcılık Sebebi: Cinsiyet, hamilelik, etnik köken, siyasi görüş, din veya benzeri sebeplerden kaynaklı ayrımcılık söz konusu olmalıdır.
Zarar Görme: Ayrımcılık sonucu işçi maddi ya da manevi zarar görmelidir.
Ayrımcılık Tazminatı Miktarı ve Hesaplama
Ayrımcılık tazminatı miktarı, ayrımcı davranış nedeniyle işçinin uğradığı zarara göre mahkeme tarafından belirlenir. Bu miktar, işçinin uğradığı maddi zararın tazmin edilmesinin yanı sıra caydırıcı bir etki yaratmayı da amaçlar.
Sendikal Tazminat Nedir?
Sendikal tazminat, işçinin sendikal faaliyetlere katıldığı için ayrımcılığa uğramış ya da işsiz bırakılmış olması halinde talep edilebilen bir tazminattır. Sendikal haklar, Anayasa’nın 51. maddesi ve İş Kanunu’nun 18-21. maddeleriyle güvence altına alınmıştır. Bu hakları ihlal eden işverenlere karşı işçi sendikal tazminat talebinde bulunabilir.
Sendikal Tazminatın Koşulları Nelerdir?
Sendikal Faaliyete Katılım: İşçi, bir sendikaya üyelik, sendika yönetiminde bulunma ya da sendikal faaliyetlere katılma hakkını kullanmış olmalıdır.
Sendikal Ayrımcılık: İşveren, ışçinin sendikal faaliyetlerinden dolayı ayrımcı davranışta bulunmuş olmalı ya da işsiz bırakmış olmalıdır.
Geçersiz Fesih: Sendikal nedenlerle işsiz kalan işçi, feshin geçersiz olduğunu ispat etmelidir.
Sendikal Tazminatın Miktarı
Sendikal tazminat, işçinin 1 yıllık brüt ücreti tutarında belirlenebilir. Bu miktar, mahkeme tarafından ışçinin yaşadığı zararlara ve olayın özelliklerine göre değişiklik gösterebilir.
Ayrımcılık ve sendikal tazminatlar, işçilerin haklarını korumak için hukuki yollara başvurabilecekleri önemli tazminatlardır. Bu tazminatların talep edilmesi için ayrımcılık ya da sendikal faaliyetlere katılım nedeniyle bir zarar yaşanması ve bu durumun ispat edilmesi gerekmektedir. Çalışanların haklarının korunması ve işverenlerin bu konuda duyarlı olması, hem bireysel hem de toplumsal adaletin sağlanması açısından çok önemlidir.
Ayrımcılık Tazminatı Nedir?
Ayrımcılık tazminatı, işçilerin Eşit Davranma Borcu ilkesine aykırı davranışlar nedeniyle maruz kaldıkları ayrımcılıklar sonucunda talep edebilecekleri bir tazminattır. Bu ilkeye göre işveren, çalışanlarına cinsiyet, yaş, din, etnik köken, hamilelik gibi sebeplerle ayrımcı davranamaz. İş Kanunu’nun 5. maddesi uyarınca ayrımcılık yasağına aykırı davranışların tespiti halinde, işçi ayrımcılık tazminatı talep edebilir.
Ayrımcılık Tazminatının Koşulları Nelerdir?
Ayrımcılık tazminatı talep edebilmek için aşağıdaki şartların sağlanması gerekir:
Eşit Davranma Borcunun İhlali: İşveren, benzer durumda olan çalışanlar arasında ayrımcı bir davranışta bulunmuş olmalıdır.
Ayrımcılık Sebebi: Cinsiyet, hamilelik, etnik köken, siyasi görüş, din veya benzeri sebeplerden kaynaklı ayrımcılık söz konusu olmalıdır.
Zarar Görme: Ayrımcılık sonucu işçi maddi ya da manevi zarar görmelidir.
Ayrımcılık Tazminatı Miktarı ve Hesaplama
Ayrımcılık tazminatı miktarı, ayrımcı davranış nedeniyle işçinin uğradığı zarara göre mahkeme tarafından belirlenir. Bu miktar, işçinin uğradığı maddi zararın tazmin edilmesinin yanı sıra caydırıcı bir etki yaratmayı da amaçlar.
Sendikal Tazminat Nedir?
Sendikal tazminat, işçinin sendikal faaliyetlere katıldığı için ayrımcılığa uğramış ya da işsiz bırakılmış olması halinde talep edilebilen bir tazminattır. Sendikal haklar, Anayasa’nın 51. maddesi ve İş Kanunu’nun 18-21. maddeleriyle güvence altına alınmıştır. Bu hakları ihlal eden işverenlere karşı işçi sendikal tazminat talebinde bulunabilir.
Sendikal Tazminatın Koşulları Nelerdir?
Sendikal Faaliyete Katılım: İşçi, bir sendikaya üyelik, sendika yönetiminde bulunma ya da sendikal faaliyetlere katılma hakkını kullanmış olmalıdır.
Sendikal Ayrımcılık: İşveren, ışçinin sendikal faaliyetlerinden dolayı ayrımcı davranışta bulunmuş olmalı ya da işsiz bırakmış olmalıdır.
Geçersiz Fesih: Sendikal nedenlerle işsiz kalan işçi, feshin geçersiz olduğunu ispat etmelidir.
Sendikal Tazminatın Miktarı
Sendikal tazminat, işçinin 1 yıllık brüt ücreti tutarında belirlenebilir. Bu miktar, mahkeme tarafından ışçinin yaşadığı zararlara ve olayın özelliklerine göre değişiklik gösterebilir.
Ayrımcılık ve sendikal tazminatlar, işçilerin haklarını korumak için hukuki yollara başvurabilecekleri önemli tazminatlardır. Bu tazminatların talep edilmesi için ayrımcılık ya da sendikal faaliyetlere katılım nedeniyle bir zarar yaşanması ve bu durumun ispat edilmesi gerekmektedir. Çalışanların haklarının korunması ve işverenlerin bu konuda duyarlı olması, hem bireysel hem de toplumsal adaletin sağlanması açısından çok önemlidir.


İşe İade Davasının Anatomisi - İşe İade Davasının Şartları ve Yasal Süreler
Çalışma hayatında işçi ve işveren arasında yaşanan uyuşmazlıkların önemli bir kısmı, iş akdinin feshi ile ilgilidir. Haksız yere işten çıkarılan işçilerin, hukuki yollarla işlerine iade edilmelerini sağlayan “İşe İade Davası”, iş hukukunun en çok başvurulan davalarından biridir. Bu makalede, işe iade davasının şartları, yasal süreleri ve hukuki süreçte dikkat edilmesi gereken unsurlar ele alınacaktır.
İşe İade Davası Nedir?
İşe iade davası, işverenin haksız veya geçersiz bir nedenle iş akdini feshettiğini düşünen işçinin, işine geri dönmek amacıyla açtığı davadır. Bu davanın amacı, işçinin iş güvencesini sağlamak ve işverenin keyfi fesihlerini önlemektir.
İşe İade Davasının Şartları
İşe iade davası açabilmek için bazı hukuki şartların yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu şartlar şu şekilde özetlenebilir:
İşçinin İş Güvencesi Kapsamında Olması
İş Kanunu’na göre, işe iade davası açabilmek için işçinin iş güvencesi kapsamında olması gerekir. Bunun için:
İşyerinde en az 30 işçi çalıştırılması,
İşçinin belirsiz süreli iş sözleşmesiyle çalışıyor olması,
İşçinin en az 6 aylık kıdeminin bulunması şarttır.
Feshin Geçerli Bir Nedene Dayanmaması
İşveren, iş akdini feshederken İş Kanunu’nun 18. maddesi gereğince geçerli bir neden sunmalıdır. Aksi takdirde, fesih geçersiz sayılabilir.
Arabuluculuk Zorunluluğu
İşe iade davalarında, mahkemeye başvurmadan önce arabuluculuğa gitmek zorunludur. Arabuluculuk sürecinde anlaşmaya varılamazsa dava açılabilir.
Davanın Süresinde Açılması
İşçi, fesih bildiriminin kendisine tebliğinden itibaren bir ay içinde işe iade davasını açmalıdır. Bu süre hak düşürücü nitelikte olup, sürenin kaçırılması halinde dava açma hakkı kaybolur.
İşe İade Davasında Yasal Süreler
İşe iade davalarının sürecinde dikkat edilmesi gereken belirli yasal süreler bulunmaktadır:
Fesih Tebliği: İşveren, fesih bildirimini yazılı ve gerekçeli olarak yapmak zorundadır.
Arabuluculuk Başvurusu: İşçi, fesih bildiriminin tebliğinden itibaren 1 ay içinde arabuluculuğa başvurmalıdır.
Dava Süresi: Arabuluculuk sürecinde anlaşma sağlanamazsa, işçi arabuluculuk son tutanağının düzenlenmesinden itibaren 2 hafta içinde dava açmalıdır.
Mahkeme Kararı ve İşe Başlatma Süresi: Mahkeme, feshi geçersiz sayar ve işçiyi işe iade kararı verirse, işveren işçiyi kararın kesinleşmesinden itibaren 1 ay içinde işe başlatmalıdır.
İşe İade Kararı Sonrasında İşçi ve İşveren Hakları
İşe iade kararı sonrasında işçi, işverenden şu taleplerde bulunabilir:
Boşta Geçen Süre Ücreti: İşçi, işine başlatılmasa dahi, işveren tarafından en fazla 4 aya kadar olan boşta geçen süresinin ücretini talep edebilir.
Tazminat Hakkı: İşveren işçiyi işe başlatmazsa, işçiye en az 4 aylık ve en fazla 8 aylık ücret tutarında tazminat ödemelidir.
İşe iade davaları, işçi ve işveren arasındaki dengeyi korumak adına iş hukuku sistemimizin önemli unsurlarından biridir. Ancak bu davaların başarılı bir şekilde sonuçlanabilmesi için, işçilerin yasal süreleri dikkatle takip etmeleri ve gerekli şartları yerine getirmeleri büyük önem taşır. İşverenlerin ise fesih süreçlerini yasal prosedürlere uygun şekilde yürütmesi gerekmektedir.
Haksız bir fesihle karşı karşıya kaldığınızı düşünüyorsanız, bir avukatla görüşerek hukuki süreci başlatabilirsiniz. İşe iade davaları ile ilgili detaylı bilgi almak için bizimle iletişime geçebilirsiniz.
İşe İade Davası Nedir?
İşe iade davası, işverenin haksız veya geçersiz bir nedenle iş akdini feshettiğini düşünen işçinin, işine geri dönmek amacıyla açtığı davadır. Bu davanın amacı, işçinin iş güvencesini sağlamak ve işverenin keyfi fesihlerini önlemektir.
İşe İade Davasının Şartları
İşe iade davası açabilmek için bazı hukuki şartların yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu şartlar şu şekilde özetlenebilir:
İşçinin İş Güvencesi Kapsamında Olması
İş Kanunu’na göre, işe iade davası açabilmek için işçinin iş güvencesi kapsamında olması gerekir. Bunun için:
İşyerinde en az 30 işçi çalıştırılması,
İşçinin belirsiz süreli iş sözleşmesiyle çalışıyor olması,
İşçinin en az 6 aylık kıdeminin bulunması şarttır.
Feshin Geçerli Bir Nedene Dayanmaması
İşveren, iş akdini feshederken İş Kanunu’nun 18. maddesi gereğince geçerli bir neden sunmalıdır. Aksi takdirde, fesih geçersiz sayılabilir.
Arabuluculuk Zorunluluğu
İşe iade davalarında, mahkemeye başvurmadan önce arabuluculuğa gitmek zorunludur. Arabuluculuk sürecinde anlaşmaya varılamazsa dava açılabilir.
Davanın Süresinde Açılması
İşçi, fesih bildiriminin kendisine tebliğinden itibaren bir ay içinde işe iade davasını açmalıdır. Bu süre hak düşürücü nitelikte olup, sürenin kaçırılması halinde dava açma hakkı kaybolur.
İşe İade Davasında Yasal Süreler
İşe iade davalarının sürecinde dikkat edilmesi gereken belirli yasal süreler bulunmaktadır:
Fesih Tebliği: İşveren, fesih bildirimini yazılı ve gerekçeli olarak yapmak zorundadır.
Arabuluculuk Başvurusu: İşçi, fesih bildiriminin tebliğinden itibaren 1 ay içinde arabuluculuğa başvurmalıdır.
Dava Süresi: Arabuluculuk sürecinde anlaşma sağlanamazsa, işçi arabuluculuk son tutanağının düzenlenmesinden itibaren 2 hafta içinde dava açmalıdır.
Mahkeme Kararı ve İşe Başlatma Süresi: Mahkeme, feshi geçersiz sayar ve işçiyi işe iade kararı verirse, işveren işçiyi kararın kesinleşmesinden itibaren 1 ay içinde işe başlatmalıdır.
İşe İade Kararı Sonrasında İşçi ve İşveren Hakları
İşe iade kararı sonrasında işçi, işverenden şu taleplerde bulunabilir:
Boşta Geçen Süre Ücreti: İşçi, işine başlatılmasa dahi, işveren tarafından en fazla 4 aya kadar olan boşta geçen süresinin ücretini talep edebilir.
Tazminat Hakkı: İşveren işçiyi işe başlatmazsa, işçiye en az 4 aylık ve en fazla 8 aylık ücret tutarında tazminat ödemelidir.
İşe iade davaları, işçi ve işveren arasındaki dengeyi korumak adına iş hukuku sistemimizin önemli unsurlarından biridir. Ancak bu davaların başarılı bir şekilde sonuçlanabilmesi için, işçilerin yasal süreleri dikkatle takip etmeleri ve gerekli şartları yerine getirmeleri büyük önem taşır. İşverenlerin ise fesih süreçlerini yasal prosedürlere uygun şekilde yürütmesi gerekmektedir.
Haksız bir fesihle karşı karşıya kaldığınızı düşünüyorsanız, bir avukatla görüşerek hukuki süreci başlatabilirsiniz. İşe iade davaları ile ilgili detaylı bilgi almak için bizimle iletişime geçebilirsiniz.


Rötarlı Uçuşlarda Tazminat Söz Konusu Olur Mu?
Rötarlı uçuşlar, hem tatilciler hem de iş seyahati yapanlar için zaman kaybına ve planların aksamasına neden olabiliyor. Ancak, birçok yolcu bu tür durumlarda tazminat alma hakkına sahip olduğunun farkında değil. Peki, rötarlı uçuşlarda tazminat almak mümkün mü? İşte, Türkiye ve Avrupa Birliği'ndeki yasal düzenlemeler çerçevesinde yolcu hakları ve tazminat detayları:
Rötarlı Uçuşlarda Tazminat Hakkı Nedir?
Rötarlı uçuşlar için tazminat hakkı, Avrupa Birliği 261/2004 Yönetmeliği ve Türk Sivil Havacılık Kanunu kapsamında düzenlenmiştir. Bu düzenlemelere göre, belirli şartlar altında yolcuların maddi tazminat alma hakkı bulunmaktadır.
Özellikle Avrupa Birliği'ne uçan veya AB ülkelerinden hareket eden uçuşlarda, yolcuların hakları oldukça detaylı şekilde korunmaktadır.
Rötarlı Uçuşlarda Tazminat Almanın Şartları
Tazminat alabilmek için belirli kriterlerin karşılanması gereklidir:
Rötar Süresi:
Uçuşunuzun planlanan varış saatine göre en az 3 saat gecikmiş olması gereklidir.
2 saatten fazla süren rötarlarda havayolu, yiyecek ve içecek temin etmekle yükümlüdür.
Havayolu Sorumluluğu:
Hava koşulları veya doğal afetler gibi mücbir sebepler dışında, rötar havayolunun kontrolündeki bir sebepten kaynaklanıyorsa tazminat hakkı doğar.
Uçuş Mesafesi:
Tazminat miktarı, uçuşun mesafesine göre değişiklik gösterir. Örneğin:
1500 km altındaki uçuşlarda 250 Euro,
1500-3500 km arasındaki uçuşlarda 400 Euro,
3500 km üzerindeki uçuşlarda 600 Euro’ya kadar tazminat alınabilir.
Rötar Halinde Yolcu Hakları
Havayolu şirketlerinin, uzun süreli gecikmelerde yolculara sunduğu haklar şunlardır:
Yemek ve İçecek Temini: Rötar 2 saatten fazla sürdüğünde ücretsiz ikram.
Konaklama ve Transfer: Rötar nedeniyle geceyi havaalanında geçirmek zorunda kalıyorsanız, otel konaklaması ve transfer hizmeti sağlanır.
Alternatif Uçuş veya Bilet İadesi: Uçuş iptali ya da ciddi bir rötar durumunda, alternatif uçuş sağlanabilir veya biletinizin bedeli iade edilir.
Rötar Tazminatı Nasıl Hesaplanır?
Tazminat hesaplama işlemleri karmaşık görünebilir, ancak Compensair gibi hizmetler sayesinde süreci kolayca yönetebilirsiniz. Bu platformlar, uçuş detaylarınızı analiz ederek size uygun tazminat miktarını hesaplayabilir.
Hesaplama işlemi şu adımları içerir:
Uçuş numarası ve tarihini girin.
Rötar süresini belirtin.
Mesafeye göre tazminat miktarınızı öğrenin.
Rötar Tazminatı İçin Başvuru Süreci
Rötarlı uçuş tazminatı almak için şu adımları izleyebilirsiniz:
Belgelerinizi Hazırlayın: Uçak biletiniz, rötar bilgisi ve diğer seyahat belgelerinizi toplayın.
Havayoluna Başvuru Yapın: Havayolunun müşteri hizmetlerine yazılı bir başvuru yaparak tazminat talebinizi iletin.
Arabuluculuk veya Hukuki Süreç: Talebiniz reddedilirse, havacılık arabuluculuğu veya hukuki yollarla hakkınızı arayabilirsiniz.
Rötarlı uçuşlar yalnızca zaman kaybı değil, aynı zamanda bir tazminat hakkını da beraberinde getirebilir. Ancak bu hakkı kullanabilmek için şartları ve başvuru sürecini bilmek büyük önem taşır. Eğer uçuşunuz rötar yaptıysa, yasal haklarınızı öğrenmek ve tazminat sürecini başlatmak için bize danışabilirsiniz.
Not: Daha fazla bilgi ve hukuki destek için Ahmet Gökay Dinçer Hukuk Bürosu ile iletişime geçebilirsiniz.
Rötarlı Uçuşlarda Tazminat Hakkı Nedir?
Rötarlı uçuşlar için tazminat hakkı, Avrupa Birliği 261/2004 Yönetmeliği ve Türk Sivil Havacılık Kanunu kapsamında düzenlenmiştir. Bu düzenlemelere göre, belirli şartlar altında yolcuların maddi tazminat alma hakkı bulunmaktadır.
Özellikle Avrupa Birliği'ne uçan veya AB ülkelerinden hareket eden uçuşlarda, yolcuların hakları oldukça detaylı şekilde korunmaktadır.
Rötarlı Uçuşlarda Tazminat Almanın Şartları
Tazminat alabilmek için belirli kriterlerin karşılanması gereklidir:
Rötar Süresi:
Uçuşunuzun planlanan varış saatine göre en az 3 saat gecikmiş olması gereklidir.
2 saatten fazla süren rötarlarda havayolu, yiyecek ve içecek temin etmekle yükümlüdür.
Havayolu Sorumluluğu:
Hava koşulları veya doğal afetler gibi mücbir sebepler dışında, rötar havayolunun kontrolündeki bir sebepten kaynaklanıyorsa tazminat hakkı doğar.
Uçuş Mesafesi:
Tazminat miktarı, uçuşun mesafesine göre değişiklik gösterir. Örneğin:
1500 km altındaki uçuşlarda 250 Euro,
1500-3500 km arasındaki uçuşlarda 400 Euro,
3500 km üzerindeki uçuşlarda 600 Euro’ya kadar tazminat alınabilir.
Rötar Halinde Yolcu Hakları
Havayolu şirketlerinin, uzun süreli gecikmelerde yolculara sunduğu haklar şunlardır:
Yemek ve İçecek Temini: Rötar 2 saatten fazla sürdüğünde ücretsiz ikram.
Konaklama ve Transfer: Rötar nedeniyle geceyi havaalanında geçirmek zorunda kalıyorsanız, otel konaklaması ve transfer hizmeti sağlanır.
Alternatif Uçuş veya Bilet İadesi: Uçuş iptali ya da ciddi bir rötar durumunda, alternatif uçuş sağlanabilir veya biletinizin bedeli iade edilir.
Rötar Tazminatı Nasıl Hesaplanır?
Tazminat hesaplama işlemleri karmaşık görünebilir, ancak Compensair gibi hizmetler sayesinde süreci kolayca yönetebilirsiniz. Bu platformlar, uçuş detaylarınızı analiz ederek size uygun tazminat miktarını hesaplayabilir.
Hesaplama işlemi şu adımları içerir:
Uçuş numarası ve tarihini girin.
Rötar süresini belirtin.
Mesafeye göre tazminat miktarınızı öğrenin.
Rötar Tazminatı İçin Başvuru Süreci
Rötarlı uçuş tazminatı almak için şu adımları izleyebilirsiniz:
Belgelerinizi Hazırlayın: Uçak biletiniz, rötar bilgisi ve diğer seyahat belgelerinizi toplayın.
Havayoluna Başvuru Yapın: Havayolunun müşteri hizmetlerine yazılı bir başvuru yaparak tazminat talebinizi iletin.
Arabuluculuk veya Hukuki Süreç: Talebiniz reddedilirse, havacılık arabuluculuğu veya hukuki yollarla hakkınızı arayabilirsiniz.
Rötarlı uçuşlar yalnızca zaman kaybı değil, aynı zamanda bir tazminat hakkını da beraberinde getirebilir. Ancak bu hakkı kullanabilmek için şartları ve başvuru sürecini bilmek büyük önem taşır. Eğer uçuşunuz rötar yaptıysa, yasal haklarınızı öğrenmek ve tazminat sürecini başlatmak için bize danışabilirsiniz.
Not: Daha fazla bilgi ve hukuki destek için Ahmet Gökay Dinçer Hukuk Bürosu ile iletişime geçebilirsiniz.


Evlilik Tazminatı Nasıl Alınır? - Evlilik Tazminatı Hesaplama
Evlilik nedeniyle işten ayrılma, özellikle kadın çalışanların sıklıkla başvurduğu bir hak olup, bu durumda kıdem tazminatı alma hakkı doğabilir. Türk İş Hukuku kapsamında bu durum belirli şartlar ve prosedürlere bağlıdır. Peki, evlilik tazminatı nasıl alınır ve bu tazminat nasıl hesaplanır? İşte merak edilen tüm detaylar:
Evlilik Tazminatı Nedir?
Evlilik tazminatı, 4857 Sayılı İş Kanunu’na göre kadın çalışanların evlilik tarihinden itibaren bir yıl içinde kendi isteğiyle işten ayrılması durumunda talep edebileceği bir haktır. Bu hak, kadının kıdem tazminatını almasını sağlar. Ancak bu tazminat, yalnızca evlilik nedeniyle işten ayrılan kadın çalışanlar için geçerlidir. Erkek çalışanlar için böyle bir hak söz konusu değildir.
Evlilik Tazminatı Almanın Şartları Nelerdir?
Evlilik tazminatı alabilmek için şu şartların sağlanması gereklidir:
Evlilik Tarihi: Kadın çalışan, evlilik tarihinden itibaren bir yıl içinde işten ayrılma talebinde bulunmalıdır.
Belgelendirme: İşten ayrılma sebebinin evlilik olduğunu işverene yazılı bir dilekçe ve evlilik cüzdanıyla belgelemesi gerekir.
Çalışma Süresi: Kadın çalışanın aynı işverene bağlı olarak en az bir yıl çalışmış olması gereklidir.
Haklı Neden: İşten ayrılma sebebi yalnızca evlilik olmalıdır. Farklı bir nedenle işten ayrılma durumunda kıdem tazminatı hakkı doğmaz.
Evlilik Tazminatı Nasıl Hesaplanır?
Kıdem tazminatı, çalışanın işyerindeki her tam yılı için 30 günlük brüt ücret üzerinden hesaplanır. Bunun içine şu ödemeler dahil edilir:
Brüt maaş,
Yemek yardımı,
Yol yardımı,
İkramiye ve primler.
Evlilik Tazminatı Almak İçin Gerekli Evraklar
Evlilik tazminatı talebi için şu belgeler hazırlanmalıdır:
Evlilik cüzdanı fotokopisi,
İşverene hitaben yazılmış işten ayrılma dilekçesi,
Kimlik fotokopisi,
Kıdem tazminatı hesaplaması için bordro bilgileri.
Bu belgelerle işverenin insan kaynakları veya muhasebe birimine başvuruda bulunulmalıdır.
İşverenin Kıdem Tazminatı Ödememesi Durumu
Eğer işveren kıdem tazminatı ödemeyi reddederse, çalışan şu yolları izleyebilir:
Arabuluculuk Başvurusu: İlk olarak, tazminat anlaşmazlığı için arabuluculuk sürecine başvurulabilir.
İş Mahkemesi: Arabuluculuk sonucunda anlaşma sağlanamazsa, iş mahkemesine dava açılabilir.
Bu süreçte mutlaka hukuki destek alınması gerekmektedir.
Evlilik nedeniyle işten ayrılan kadın çalışanlar, kıdem tazminatına hak kazanabilir. Ancak bu hak, belirli prosedürlere uyulması ve belgelerin eksiksiz hazırlanması durumunda geçerlidir. Kıdem tazminatı hesaplamasını doğru yaparak, haklarınızı eksiksiz bir şekilde alabilirsiniz.
Not: Daha fazla bilgi ve bireysel danışmanlık için Ahmet Gökay Dinçer Hukuk Bürosu üzerinden bizimle iletişime geçebilirsiniz. Profesyonel ekibimiz size en doğru hukuki çözümü sunacaktır.
Evlilik Tazminatı Nedir?
Evlilik tazminatı, 4857 Sayılı İş Kanunu’na göre kadın çalışanların evlilik tarihinden itibaren bir yıl içinde kendi isteğiyle işten ayrılması durumunda talep edebileceği bir haktır. Bu hak, kadının kıdem tazminatını almasını sağlar. Ancak bu tazminat, yalnızca evlilik nedeniyle işten ayrılan kadın çalışanlar için geçerlidir. Erkek çalışanlar için böyle bir hak söz konusu değildir.
Evlilik Tazminatı Almanın Şartları Nelerdir?
Evlilik tazminatı alabilmek için şu şartların sağlanması gereklidir:
Evlilik Tarihi: Kadın çalışan, evlilik tarihinden itibaren bir yıl içinde işten ayrılma talebinde bulunmalıdır.
Belgelendirme: İşten ayrılma sebebinin evlilik olduğunu işverene yazılı bir dilekçe ve evlilik cüzdanıyla belgelemesi gerekir.
Çalışma Süresi: Kadın çalışanın aynı işverene bağlı olarak en az bir yıl çalışmış olması gereklidir.
Haklı Neden: İşten ayrılma sebebi yalnızca evlilik olmalıdır. Farklı bir nedenle işten ayrılma durumunda kıdem tazminatı hakkı doğmaz.
Evlilik Tazminatı Nasıl Hesaplanır?
Kıdem tazminatı, çalışanın işyerindeki her tam yılı için 30 günlük brüt ücret üzerinden hesaplanır. Bunun içine şu ödemeler dahil edilir:
Brüt maaş,
Yemek yardımı,
Yol yardımı,
İkramiye ve primler.
Evlilik Tazminatı Almak İçin Gerekli Evraklar
Evlilik tazminatı talebi için şu belgeler hazırlanmalıdır:
Evlilik cüzdanı fotokopisi,
İşverene hitaben yazılmış işten ayrılma dilekçesi,
Kimlik fotokopisi,
Kıdem tazminatı hesaplaması için bordro bilgileri.
Bu belgelerle işverenin insan kaynakları veya muhasebe birimine başvuruda bulunulmalıdır.
İşverenin Kıdem Tazminatı Ödememesi Durumu
Eğer işveren kıdem tazminatı ödemeyi reddederse, çalışan şu yolları izleyebilir:
Arabuluculuk Başvurusu: İlk olarak, tazminat anlaşmazlığı için arabuluculuk sürecine başvurulabilir.
İş Mahkemesi: Arabuluculuk sonucunda anlaşma sağlanamazsa, iş mahkemesine dava açılabilir.
Bu süreçte mutlaka hukuki destek alınması gerekmektedir.
Evlilik nedeniyle işten ayrılan kadın çalışanlar, kıdem tazminatına hak kazanabilir. Ancak bu hak, belirli prosedürlere uyulması ve belgelerin eksiksiz hazırlanması durumunda geçerlidir. Kıdem tazminatı hesaplamasını doğru yaparak, haklarınızı eksiksiz bir şekilde alabilirsiniz.
Not: Daha fazla bilgi ve bireysel danışmanlık için Ahmet Gökay Dinçer Hukuk Bürosu üzerinden bizimle iletişime geçebilirsiniz. Profesyonel ekibimiz size en doğru hukuki çözümü sunacaktır.


Mobbing Sebebiyle Tazminat Talep Edilebilir Mi? İş Yerinde Mobbing Nedir?
İş yerinde mobbing, çalışanların sıkça karşılaştığı bir sorun haline gelmiştir. Bu makalede, mobbingin ne olduğu, yasal haklarınız ve tazminat alma yollarını detaylı bir şekilde ele alıyoruz. Mobbing mağduruysanız, hangi adımları atmanız gerektiğini öğrenmek için okumaya devam edin!
Mobbing Nedir? İş Yerinde Psikolojik Tacizin Tanımı
Mobbing, bir veya birden fazla kişinin, çalışanı hedef alarak kasıtlı bir şekilde sistematik baskı uyguladığı durumdur. Aşağ ılayıcı konuşmalar, dışlama, aşırı iş yükü verme ya da çalışanın yeteneklerinin altında görevler atama gibi yöntemlerle ortaya çıkabilir. Bu durum çalışanların psikolojik sağlığını ve iş performansını olumsuz etkiler.
Mobbing Mağdurlarının Yasal Hakları Nelerdir?
Türk hukuku, mobbing mağdurlarına çeşitli haklar tanımaktadır. İşte başlıca haklarınız:
İş Sözleşmesinin Feshi:
Mobbing nedeniyle haklı fesih yapabilir ve kıdem tazminatı talep edebilirsiniz.
Manevi Tazminat:
Psikolojik tacizin ruh sağlığınıza zarar verdiğini kanıtlayarak manevi tazminat talep edebilirsiniz.
Ayrımcılık Tazminatı:
İşverenin eşit davranma yükümlülüğünü ihlal etmesi durumunda ayrımcılık tazminatı alma hakkınız doğar.
Mobbing İddiasında İspat: Kim Sorumlu?
Mobbing iddiasında bulunuyorsanız, iddianızı destekleyecek deliller sunmanız gerekir. Bunlar arasında:
E-posta ve mesaj kayıtları,
Tanık ifadeleri,
Psikolojik raporlar yer alır.
Aynı zamanda işveren, iş yerinde mobbing olmadığını ispat etmekle yükümlüdür. Yargıtay kararlarına göre, mobbingin varlığını gösteren olguların ileri sürülmesi yeterlidir; kesin delil şart değildir.
Mobbing Nedeniyle Tazminat Davası Açma Adımları
Mobbinge maruz kalan çalışanlar, şu adımları takip ederek haklarını koruyabilir:
Delillerinizi Toplayın:
Mobbing sürecine ilişkin tüm belgeleri saklayın.
İşverene Bildirim Yapın:
Durumu işverene resmi yollarla bildirerek çözüm arayışında bulunun.
Arabuluculuk Sürecini Başlatın:
Zorunlu arabuluculuk aşamasında tazminat taleplerinizi belirtin.
Dava Açın:
Arabuluculuk sürecinde anlaşma sağlanamazsa İş Mahkemesi'nde dava açabilirsiniz.
Yargıtay Kararları: Mobbing Hangi Durumlarda Kabul Edilir?
Yargıtay, mobbingin sistematik bir davranış olduğunu ve bu tür durumların detaylı bir şekilde belgelenmesi gerektiğini belirtmiştir. Sürekli farklı görevlere atanma, aşağılama ya da dışlama gibi davranışlar, mobbing olarak değerlendirilebilir.
İş Yerinde Mobbing Sebebiyle Tazminat Alma: Önemli Hususlar
Haklı Fesih:
İş sözleşmenizi haklı nedenle feshederek kıdem tazminatı talep edebilirsiniz.
Psikolojik Zararların Tazmini:
Ruhsal sağlığınızın bozulduğunu belgeleyerek manevi tazminat talep edebilirsiniz.
İş Kanununa Uygunluk:
İşverenin eşit davranma yükümlülüğünü ihlal ettiğini kanıtlayarak ayrımcılık tazminatı alabilirsiniz.
Mobbing, çalışanların psikolojik ve profesyonel yaşamını derinden etkileyen bir durumdur. Türk hukuku, mobbing mağdurlarına önemli haklar sunar. Haklarınızı savunmak ve zararlarınızı tazmin ettirmek için delillerinizi toplayın, uzman bir avukata danışarak yasal süreci başlatın.
Daha fazla bilgi ve hukuki destek için bizimle iletişime geçin.
Mobbing Nedir? İş Yerinde Psikolojik Tacizin Tanımı
Mobbing, bir veya birden fazla kişinin, çalışanı hedef alarak kasıtlı bir şekilde sistematik baskı uyguladığı durumdur. Aşağ ılayıcı konuşmalar, dışlama, aşırı iş yükü verme ya da çalışanın yeteneklerinin altında görevler atama gibi yöntemlerle ortaya çıkabilir. Bu durum çalışanların psikolojik sağlığını ve iş performansını olumsuz etkiler.
Mobbing Mağdurlarının Yasal Hakları Nelerdir?
Türk hukuku, mobbing mağdurlarına çeşitli haklar tanımaktadır. İşte başlıca haklarınız:
İş Sözleşmesinin Feshi:
Mobbing nedeniyle haklı fesih yapabilir ve kıdem tazminatı talep edebilirsiniz.
Manevi Tazminat:
Psikolojik tacizin ruh sağlığınıza zarar verdiğini kanıtlayarak manevi tazminat talep edebilirsiniz.
Ayrımcılık Tazminatı:
İşverenin eşit davranma yükümlülüğünü ihlal etmesi durumunda ayrımcılık tazminatı alma hakkınız doğar.
Mobbing İddiasında İspat: Kim Sorumlu?
Mobbing iddiasında bulunuyorsanız, iddianızı destekleyecek deliller sunmanız gerekir. Bunlar arasında:
E-posta ve mesaj kayıtları,
Tanık ifadeleri,
Psikolojik raporlar yer alır.
Aynı zamanda işveren, iş yerinde mobbing olmadığını ispat etmekle yükümlüdür. Yargıtay kararlarına göre, mobbingin varlığını gösteren olguların ileri sürülmesi yeterlidir; kesin delil şart değildir.
Mobbing Nedeniyle Tazminat Davası Açma Adımları
Mobbinge maruz kalan çalışanlar, şu adımları takip ederek haklarını koruyabilir:
Delillerinizi Toplayın:
Mobbing sürecine ilişkin tüm belgeleri saklayın.
İşverene Bildirim Yapın:
Durumu işverene resmi yollarla bildirerek çözüm arayışında bulunun.
Arabuluculuk Sürecini Başlatın:
Zorunlu arabuluculuk aşamasında tazminat taleplerinizi belirtin.
Dava Açın:
Arabuluculuk sürecinde anlaşma sağlanamazsa İş Mahkemesi'nde dava açabilirsiniz.
Yargıtay Kararları: Mobbing Hangi Durumlarda Kabul Edilir?
Yargıtay, mobbingin sistematik bir davranış olduğunu ve bu tür durumların detaylı bir şekilde belgelenmesi gerektiğini belirtmiştir. Sürekli farklı görevlere atanma, aşağılama ya da dışlama gibi davranışlar, mobbing olarak değerlendirilebilir.
İş Yerinde Mobbing Sebebiyle Tazminat Alma: Önemli Hususlar
Haklı Fesih:
İş sözleşmenizi haklı nedenle feshederek kıdem tazminatı talep edebilirsiniz.
Psikolojik Zararların Tazmini:
Ruhsal sağlığınızın bozulduğunu belgeleyerek manevi tazminat talep edebilirsiniz.
İş Kanununa Uygunluk:
İşverenin eşit davranma yükümlülüğünü ihlal ettiğini kanıtlayarak ayrımcılık tazminatı alabilirsiniz.
Mobbing, çalışanların psikolojik ve profesyonel yaşamını derinden etkileyen bir durumdur. Türk hukuku, mobbing mağdurlarına önemli haklar sunar. Haklarınızı savunmak ve zararlarınızı tazmin ettirmek için delillerinizi toplayın, uzman bir avukata danışarak yasal süreci başlatın.
Daha fazla bilgi ve hukuki destek için bizimle iletişime geçin.


Marka ve Patent Hukuku: Tescil Süreci ve Hukuki Boyutları
Günümüz iş dünyasında, marka ve patent tescili, hem bireysel girişimciler hem de kurumsal firmalar için büyük bir öneme sahiptir. 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu, Türk Medeni Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu gibi yasal düzenlemeler, marka ve patent süreçlerini düzenleyen temel hukuki çerçeveyi oluşturmaktadır. Bu yazıda, marka ve patent tescilinin gerekliliklerini ve hukuki süreçlerini ele alacağız.
Marka ve Patent Nedir?
Marka, bir işletmenin ürün veya hizmetlerini tanımlamak ve diğerlerinden ayırt etmek için kullandığı isim, logo, sembol veya tasarımlardır. Patent ise bir buluşun, sahibine belirli bir süre boyunca koruma sağlayan hukuki bir belgedir. Her iki unsur da işletmelerin rekabet avantajını korumasına ve ticari değer yaratmasına katkı sağlar.
Marka ve Patent Tescilinin Önemi
Yasal Koruma Sağlar: Tescilli bir marka veya patent, sahibine hukuki koruma sağlar. İzinsiz kullanımlara karşı dava açma hakkı tanır.
Rekabet Avantajı Sunar: İşletmeler, tescilli markaları veya patentleri sayesinde rakiplerinden ayrışır.
Ticari Değer Yaratır: Marka ve patentler, işletmenin değerini artırarak yatırım ve ortaklık fırsatlarını kolaylaştırır.
Marka Tescil Süreci
6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu uyarınca, marka tescil süreci şu aşamalardan oluşur:
Başvuru Hazırlığı: Markanın adı, logosu ve diğer detayları belirlenir. Başvuru, Türk Patent ve Marka Kurumu'na yapılır.
İnceleme Süreci: Kurum, markanın başkalarının haklarını ihlal edip etmediğini değerlendirir.
Yayımlanma ve İtiraz Süresi: Marka başvurusu, itirazlara açık olmak üzere yayımlanır. Bu süreçte herhangi bir itiraz olmazsa tescil gerçekleşir.
Tescil Belgesinin Alınması: Onaylanan marka için tescil belgesi alınır ve yasal koruma başlar.
Patent Tescil Süreci
Patent tescili, buluş sahiplerinin fikirlerini koruma altına almasını sağlar. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken aşamalar:
Buluş Tanımı: Buluşun teknik detaylarının açıklandığı bir başvuru hazırlanır.
Araştırma ve İnceleme: Buluşun yenilik taşıyıp taşımadığı değerlendirilir.
Tescil ve Koruma: Onaylanan patent, sahibine belirli bir süre boyunca koruma sağlar.
Hukuki Boyut ve Danışmanlık Hizmetleri
Marka ve patent tescil süreçleri, hukuki detayları nedeniyle uzmanlık gerektirir. İzmir'de marka hukuku danışmanlık avukat hizmetleri, bu süreçlerde doğru yönlendirme almanızı sağlar. 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu, başvurularda uyulması gereken kuralları açıkça belirtir. Ayrıca, olası uyuşmazlıklarda marka hukuku danışmanlık hizmetlerinden faydalanarak haklarınızı koruyabilirsiniz.
Marka ve Patent Hukuku Danışmanlığı Hizmetleri:
Tescil başvurularının hazırlanması ve takibi
Tescil sonrası hakların korunması
İtiraz süreçlerinde hukuki destek
Uluslararası marka ve patent başvurularında rehberlik
Marka ve Patent Tescili İçin Gereklilikler
Özgünlük: Tescil edilecek marka veya patentin benzersiz olması gerekir.
Yasal Uygunluk: Türk Patent ve Marka Kurumu'nun belirlediği kriterlere uygun olmalıdır.
Hukuki Danışmanlık: Başvuru sürecinde yapılacak hatalar, tescil sürecini olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle uzman bir hukukçudan destek almak önemlidir.
Sonuç
Marka ve patent tescili, bir işletmenin varlığını sürdürebilmesi ve rekabet gücünü artırabilmesi için vazgeçilmezdir. İzmir'de hukuk ve marka danışmanlığı hizmetleri alarak süreçlerinizi güvence altına alabilirsiniz.
Daha fazla bilgi ve profesyonel destek için AGD Hukuk ve Danışmanlık Ofisi ile iletişime geçebilirsiniz.
Marka ve Patent Nedir?
Marka, bir işletmenin ürün veya hizmetlerini tanımlamak ve diğerlerinden ayırt etmek için kullandığı isim, logo, sembol veya tasarımlardır. Patent ise bir buluşun, sahibine belirli bir süre boyunca koruma sağlayan hukuki bir belgedir. Her iki unsur da işletmelerin rekabet avantajını korumasına ve ticari değer yaratmasına katkı sağlar.
Marka ve Patent Tescilinin Önemi
Yasal Koruma Sağlar: Tescilli bir marka veya patent, sahibine hukuki koruma sağlar. İzinsiz kullanımlara karşı dava açma hakkı tanır.
Rekabet Avantajı Sunar: İşletmeler, tescilli markaları veya patentleri sayesinde rakiplerinden ayrışır.
Ticari Değer Yaratır: Marka ve patentler, işletmenin değerini artırarak yatırım ve ortaklık fırsatlarını kolaylaştırır.
Marka Tescil Süreci
6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu uyarınca, marka tescil süreci şu aşamalardan oluşur:
Başvuru Hazırlığı: Markanın adı, logosu ve diğer detayları belirlenir. Başvuru, Türk Patent ve Marka Kurumu'na yapılır.
İnceleme Süreci: Kurum, markanın başkalarının haklarını ihlal edip etmediğini değerlendirir.
Yayımlanma ve İtiraz Süresi: Marka başvurusu, itirazlara açık olmak üzere yayımlanır. Bu süreçte herhangi bir itiraz olmazsa tescil gerçekleşir.
Tescil Belgesinin Alınması: Onaylanan marka için tescil belgesi alınır ve yasal koruma başlar.
Patent Tescil Süreci
Patent tescili, buluş sahiplerinin fikirlerini koruma altına almasını sağlar. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken aşamalar:
Buluş Tanımı: Buluşun teknik detaylarının açıklandığı bir başvuru hazırlanır.
Araştırma ve İnceleme: Buluşun yenilik taşıyıp taşımadığı değerlendirilir.
Tescil ve Koruma: Onaylanan patent, sahibine belirli bir süre boyunca koruma sağlar.
Hukuki Boyut ve Danışmanlık Hizmetleri
Marka ve patent tescil süreçleri, hukuki detayları nedeniyle uzmanlık gerektirir. İzmir'de marka hukuku danışmanlık avukat hizmetleri, bu süreçlerde doğru yönlendirme almanızı sağlar. 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu, başvurularda uyulması gereken kuralları açıkça belirtir. Ayrıca, olası uyuşmazlıklarda marka hukuku danışmanlık hizmetlerinden faydalanarak haklarınızı koruyabilirsiniz.
Marka ve Patent Hukuku Danışmanlığı Hizmetleri:
Tescil başvurularının hazırlanması ve takibi
Tescil sonrası hakların korunması
İtiraz süreçlerinde hukuki destek
Uluslararası marka ve patent başvurularında rehberlik
Marka ve Patent Tescili İçin Gereklilikler
Özgünlük: Tescil edilecek marka veya patentin benzersiz olması gerekir.
Yasal Uygunluk: Türk Patent ve Marka Kurumu'nun belirlediği kriterlere uygun olmalıdır.
Hukuki Danışmanlık: Başvuru sürecinde yapılacak hatalar, tescil sürecini olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle uzman bir hukukçudan destek almak önemlidir.
Sonuç
Marka ve patent tescili, bir işletmenin varlığını sürdürebilmesi ve rekabet gücünü artırabilmesi için vazgeçilmezdir. İzmir'de hukuk ve marka danışmanlığı hizmetleri alarak süreçlerinizi güvence altına alabilirsiniz.
Daha fazla bilgi ve profesyonel destek için AGD Hukuk ve Danışmanlık Ofisi ile iletişime geçebilirsiniz.


İnternette Dolandırıcılık: Oltalama (Phishing) ve Hukuki Boyutu
İnternette Dolandırıcılık: Oltalama (Phishing) ve Hukuki Boyutu
Dijital dünya büyüdükçe, siber tehditlerin çeşitliliği ve etkisi de artıyor. İnternette en yaygın dolandırıcılık yöntemlerinden biri olan oltalama (phishing), bireylerin hem maddi hem de manevi zararlara uğramalarına neden oluyor. Bu yazıda, oltalama yöntemiyle gerçekleştirilen dolandırıcılık eylemlerinin detaylarına, korunma yöntemlerine ve hukuki boyutlarına değineceğiz.
Oltalama (Phishing) Nedir?
Oltalama, siber suçluların sahte e-postalar, mesajlar veya web siteleri aracılığıyla insanların şifre, kredi kartı bilgileri gibi hassas verilerini ele geçirmeye çalıştığı bir dolandırıcılık yöntemidir. Bu yöntemle bireyler, farkında olmadan kimlik ve finansal bilgilerini suçlulara aktarabilir.
Yaygın Oltalama Yöntemleri
Sahte E-postalar: Bankalardan veya resmi kurumlardan geliyormuş gibi görülen e-postalar, sizi sahte bir web sitesine yönlendirip bilgilerinizi girmenizi ister.
Sahte Web Siteleri: Gerçek sitelerin birebir kopyası olan bu siteler, fark edilmesi zor detaylarla tasarlanır.
Sosyal Mühendislik: Telefon veya mesajla sizinle iletişime geçen kişiler, doğrudan bilgi talep ederek ya da zararlı yazılımlar yükleterek bilginizi ele geçirebilir.
Oltalama Dolandırıcılığı ve Hukuki Boyutu
Oltalama, Türk Ceza Kanunu (TCK) kapsamında dolandırıcılık ve bilişim suçları başlıkları altında düzenlenmiştir.
Dolandırıcılık Suçu (TCK m.157): Hileli davranışlarla bir kişiyi aldatıp, onun ya da başkasının zararına yarar sağlama eylemi, 1 ila 5 yıl hapis ve adli para cezası ile cezalandırılır.
Nitelikli Dolandırıcılık (TCK m.158): Bilişim sistemleri, banka veya kredi kurumları aracılığıyla gerçekleştirilen suçlar, 3 ila 10 yıl hapis ve adli para cezasına tabidir.
Oltalama Saldırılarından Korunma Yolları
Oltalama dolandırıcılıklarından korunmak için aşağıdaki adımları takip edebilirsiniz:
E-posta ve mesajları dikkatle inceleyin: Gelen iletilerin gerçek kaynağını kontrol edin.
Bağlantılara tıklamadan önce dikkatli olun: Bilmediğiniz veya şüpheli sitelere bilgilerinizi girmeyin.
Güvenilir bir antivirüs yazılımı kullanın: Cihazlarınızın güncel ve koruma altında olduğundan emin olun.
Mağdurların Hukuki Hakları
Oltalama yöntemiyle dolandırılan bireyler, aşağıdaki adımları izleyebilir:
Suç Duyurusu: Cumhuriyet Savcılığı'na başvurarak suç duyurusunda bulunabilirsiniz.
Tazminat Davası: Uğradığınız maddi zararlar için hukuk mahkemelerinde dava açabilirsiniz.
Sonuç
Oltalama dolandırıcılıkları, bireylerin ve kurumların güvenliğini tehlikeye atıyor. Bilinçli davranıp, gerekli önlemleri almak ve hukuki haklarınızı bilmek, bu tehditle başa çıkmanın en etkili yollarıdır.
Eğer bu tür bir durumla karşılaştıysanız, uzman bir hukukçudan destek alarak hem hukuki hem de teknik yardım alabilirsiniz.
Daha fazla bilgi ve profesyonel destek için hukuk büromuzla iletişime geçebilirsiniz.
Dijital dünya büyüdükçe, siber tehditlerin çeşitliliği ve etkisi de artıyor. İnternette en yaygın dolandırıcılık yöntemlerinden biri olan oltalama (phishing), bireylerin hem maddi hem de manevi zararlara uğramalarına neden oluyor. Bu yazıda, oltalama yöntemiyle gerçekleştirilen dolandırıcılık eylemlerinin detaylarına, korunma yöntemlerine ve hukuki boyutlarına değineceğiz.
Oltalama (Phishing) Nedir?
Oltalama, siber suçluların sahte e-postalar, mesajlar veya web siteleri aracılığıyla insanların şifre, kredi kartı bilgileri gibi hassas verilerini ele geçirmeye çalıştığı bir dolandırıcılık yöntemidir. Bu yöntemle bireyler, farkında olmadan kimlik ve finansal bilgilerini suçlulara aktarabilir.
Yaygın Oltalama Yöntemleri
Sahte E-postalar: Bankalardan veya resmi kurumlardan geliyormuş gibi görülen e-postalar, sizi sahte bir web sitesine yönlendirip bilgilerinizi girmenizi ister.
Sahte Web Siteleri: Gerçek sitelerin birebir kopyası olan bu siteler, fark edilmesi zor detaylarla tasarlanır.
Sosyal Mühendislik: Telefon veya mesajla sizinle iletişime geçen kişiler, doğrudan bilgi talep ederek ya da zararlı yazılımlar yükleterek bilginizi ele geçirebilir.
Oltalama Dolandırıcılığı ve Hukuki Boyutu
Oltalama, Türk Ceza Kanunu (TCK) kapsamında dolandırıcılık ve bilişim suçları başlıkları altında düzenlenmiştir.
Dolandırıcılık Suçu (TCK m.157): Hileli davranışlarla bir kişiyi aldatıp, onun ya da başkasının zararına yarar sağlama eylemi, 1 ila 5 yıl hapis ve adli para cezası ile cezalandırılır.
Nitelikli Dolandırıcılık (TCK m.158): Bilişim sistemleri, banka veya kredi kurumları aracılığıyla gerçekleştirilen suçlar, 3 ila 10 yıl hapis ve adli para cezasına tabidir.
Oltalama Saldırılarından Korunma Yolları
Oltalama dolandırıcılıklarından korunmak için aşağıdaki adımları takip edebilirsiniz:
E-posta ve mesajları dikkatle inceleyin: Gelen iletilerin gerçek kaynağını kontrol edin.
Bağlantılara tıklamadan önce dikkatli olun: Bilmediğiniz veya şüpheli sitelere bilgilerinizi girmeyin.
Güvenilir bir antivirüs yazılımı kullanın: Cihazlarınızın güncel ve koruma altında olduğundan emin olun.
Mağdurların Hukuki Hakları
Oltalama yöntemiyle dolandırılan bireyler, aşağıdaki adımları izleyebilir:
Suç Duyurusu: Cumhuriyet Savcılığı'na başvurarak suç duyurusunda bulunabilirsiniz.
Tazminat Davası: Uğradığınız maddi zararlar için hukuk mahkemelerinde dava açabilirsiniz.
Sonuç
Oltalama dolandırıcılıkları, bireylerin ve kurumların güvenliğini tehlikeye atıyor. Bilinçli davranıp, gerekli önlemleri almak ve hukuki haklarınızı bilmek, bu tehditle başa çıkmanın en etkili yollarıdır.
Eğer bu tür bir durumla karşılaştıysanız, uzman bir hukukçudan destek alarak hem hukuki hem de teknik yardım alabilirsiniz.
Daha fazla bilgi ve profesyonel destek için hukuk büromuzla iletişime geçebilirsiniz.


Elektrik Kesintileri Sebebiyle Tazminat Davası: Haklarınız ve Süreç
Elektrik Kesintileri Sebebiyle Tazminat Davası: Haklarınız ve Süreç
Elektrik kesintileri, hem bireysel kullanıcılar hem de işletmeler için ciddi maddi ve manevi kayıplara neden olabilir. Bu makalede, elektrik kesintileriyle ilgili mevzuat çerçevesinde tazminat hakkı ve dava açma süreci ele alınmaktadır.
Elektrik Kesintilerinde Tazminat Hakkı
Elektrik hizmeti, kullanıcıların kaliteli, sürekli ve erişilebilir bir şekilde faydalanmaları gereken temel bir hizmettir. Bu kapsamda, Elektrik Dağıtımı ve Perakende Satışına İlişkin Hizmet Kalitesi Yönetmeliği (Kalite Yönetmeliği) kullanıcı haklarını koruma altına alır:
Tedarik Sürekliliği Kalitesi: Elektrik hizmetinin kesintisiz bir şekilde sağlanması gerekir. Bildirimli veya bildirimsiz kesintilerin belirli süre ve sayıları aşması durumunda kullanıcılar tazminat talep edebilir.
Ticari Kalite: Elektrik dağıtım şirketleri, bağlantı taleplerinin karşılanması, sayaç arızalarının giderilmesi ve kesintilerle ilgili bilgilendirme gibi konularda belirlenen sürelerde hizmet sunmak zorundadır.
Tazminat Hakkının Koşulları
Elektrik kesintileri nedeniyle tazminat talep edebilmek için aşağıdaki koşullar sağlanmalıdır:
Kesinti Süresi ve Sayısı:
Alçak Gerilim (AG) Kullanıcıları İçin: Bildirimsiz kesinti süresi 48 saat veya 56 kesinti, bildirimli kesinti süresi 24 saat veya 6 kesinti.
Orta Gerilim (OG) Kullanıcıları İçin: Bildirimsiz kesinti süresi 24 saat veya 56 kesinti, bildirimli kesinti süresi 24 saat veya 6 kesinti.
Mevzuata Aykırılık: Elektrik dağıtım veya perakende satış şirketinin Kalite Yönetmeliği'nde belirtilen standartlara uymaması.
Kullanıcı Hatasının Olmaması: Tazminat talep eden kullanıcının kesintiye veya zarara neden olan herhangi bir kusurunun bulunmaması.
Elektrik Kesintileri Sebebiyle Dava Açma Süreci
Elektrik kesintileri nedeniyle tazminat talebi için izlenmesi gereken adımlar şunlardır:
Dağıtım Şirketine Başvuru
Tazminat talebi, öncelikle dağıtım şirketine yazılı olarak iletilmelidir. Başvuruda şu bilgiler yer almalıdır:
Kesintinin tarih ve saatleri,
Kesinti süresi ve etkileri,
Zarara ilişkin belgeler (örneğin, iş kaybı, arıza raporları).
Dağıtım şirketi, başvuruya 3 iş günü içinde yanıt vermek zorundadır.
Tazminat Ödemesi
Tazminat talepleri uygun bulunursa, Kalite Yönetmeliği'nde belirtilen kriterlere göre ödeme yapılır:
Mesken abonelerine 25 TL,
Ticari abonelere 50 TL tazminat ödenebilir.
Yargı Süreci
Dağıtım şirketi talebi reddederse veya ödenen miktar yeterli olmazsa, dava açılabilir:
Görevli Mahkeme: Tüketici Mahkemesi veya Asliye Hukuk Mahkemesi.
Zararı Belgeleme: Üretim kaybı veya cihaz hasarı gibi zararlar belgelenmelidir.
Önemli Hususlar
Üst Limit: Tazminat, dağıtım şirketinin yıllık gelir tavanının %1'ini aşamaz.
Tek Ödeme: Kesinti süresi ve sayısı bakımından yalnızca daha yüksek olan miktar ödenir.
Mücbir Sebepler: Doğal afet gibi mücbir sebepler nedeniyle kesinti varsa, tazminat hakkı doğmaz.
Sonuç
Elektrik kesintileri, kullanıcılar için maddi ve manevi kayıplara yol açabilir. Ancak, Kalite Yönetmeliği ve ilgili mevzuat çerçevesinde bu kayıpların tazmini mümkündür. Tazminat hakkınızı güvence altına almak için zararlarınızı belgelerle destekleyin ve gerekirse hukuki destek alın.
Detaylı bilgi ve destek için bizimle iletişime geçin.
Elektrik kesintileri, hem bireysel kullanıcılar hem de işletmeler için ciddi maddi ve manevi kayıplara neden olabilir. Bu makalede, elektrik kesintileriyle ilgili mevzuat çerçevesinde tazminat hakkı ve dava açma süreci ele alınmaktadır.
Elektrik Kesintilerinde Tazminat Hakkı
Elektrik hizmeti, kullanıcıların kaliteli, sürekli ve erişilebilir bir şekilde faydalanmaları gereken temel bir hizmettir. Bu kapsamda, Elektrik Dağıtımı ve Perakende Satışına İlişkin Hizmet Kalitesi Yönetmeliği (Kalite Yönetmeliği) kullanıcı haklarını koruma altına alır:
Tedarik Sürekliliği Kalitesi: Elektrik hizmetinin kesintisiz bir şekilde sağlanması gerekir. Bildirimli veya bildirimsiz kesintilerin belirli süre ve sayıları aşması durumunda kullanıcılar tazminat talep edebilir.
Ticari Kalite: Elektrik dağıtım şirketleri, bağlantı taleplerinin karşılanması, sayaç arızalarının giderilmesi ve kesintilerle ilgili bilgilendirme gibi konularda belirlenen sürelerde hizmet sunmak zorundadır.
Tazminat Hakkının Koşulları
Elektrik kesintileri nedeniyle tazminat talep edebilmek için aşağıdaki koşullar sağlanmalıdır:
Kesinti Süresi ve Sayısı:
Alçak Gerilim (AG) Kullanıcıları İçin: Bildirimsiz kesinti süresi 48 saat veya 56 kesinti, bildirimli kesinti süresi 24 saat veya 6 kesinti.
Orta Gerilim (OG) Kullanıcıları İçin: Bildirimsiz kesinti süresi 24 saat veya 56 kesinti, bildirimli kesinti süresi 24 saat veya 6 kesinti.
Mevzuata Aykırılık: Elektrik dağıtım veya perakende satış şirketinin Kalite Yönetmeliği'nde belirtilen standartlara uymaması.
Kullanıcı Hatasının Olmaması: Tazminat talep eden kullanıcının kesintiye veya zarara neden olan herhangi bir kusurunun bulunmaması.
Elektrik Kesintileri Sebebiyle Dava Açma Süreci
Elektrik kesintileri nedeniyle tazminat talebi için izlenmesi gereken adımlar şunlardır:
Dağıtım Şirketine Başvuru
Tazminat talebi, öncelikle dağıtım şirketine yazılı olarak iletilmelidir. Başvuruda şu bilgiler yer almalıdır:
Kesintinin tarih ve saatleri,
Kesinti süresi ve etkileri,
Zarara ilişkin belgeler (örneğin, iş kaybı, arıza raporları).
Dağıtım şirketi, başvuruya 3 iş günü içinde yanıt vermek zorundadır.
Tazminat Ödemesi
Tazminat talepleri uygun bulunursa, Kalite Yönetmeliği'nde belirtilen kriterlere göre ödeme yapılır:
Mesken abonelerine 25 TL,
Ticari abonelere 50 TL tazminat ödenebilir.
Yargı Süreci
Dağıtım şirketi talebi reddederse veya ödenen miktar yeterli olmazsa, dava açılabilir:
Görevli Mahkeme: Tüketici Mahkemesi veya Asliye Hukuk Mahkemesi.
Zararı Belgeleme: Üretim kaybı veya cihaz hasarı gibi zararlar belgelenmelidir.
Önemli Hususlar
Üst Limit: Tazminat, dağıtım şirketinin yıllık gelir tavanının %1'ini aşamaz.
Tek Ödeme: Kesinti süresi ve sayısı bakımından yalnızca daha yüksek olan miktar ödenir.
Mücbir Sebepler: Doğal afet gibi mücbir sebepler nedeniyle kesinti varsa, tazminat hakkı doğmaz.
Sonuç
Elektrik kesintileri, kullanıcılar için maddi ve manevi kayıplara yol açabilir. Ancak, Kalite Yönetmeliği ve ilgili mevzuat çerçevesinde bu kayıpların tazmini mümkündür. Tazminat hakkınızı güvence altına almak için zararlarınızı belgelerle destekleyin ve gerekirse hukuki destek alın.
Detaylı bilgi ve destek için bizimle iletişime geçin.


E-Ticaret Hukukunun Kanuni Temelleri
E-Ticaret Hukukunun Kanuni Temelleri
Dijital çağın getirdiği yeniliklerle birlikte, elektronik ticaret (e-ticaret) hızla büyüyen bir sektör haline gelmiştir. Bu büyüme, hukuki düzenlemelerin de e-ticaretin dinamiklerine uyum sağlamasını gerektirmiştir. Türkiye'de e-ticaretin hukuki altyapısı, başta Türk Ticaret Kanunu (TTK), Türk Borçlar Kanunu (TBK) ve Türk Ceza Kanunu (TCK) olmak üzere çeşitli mevzuatlarla şekillendirilmiştir. Bu makalede, e-ticaret hukukunun kanuni temelleri bu üç ana kanun çerçevesinde incelenecektir.
1. Türk Ticaret Kanunu (TTK) ve E-Ticaret
TTK, ticari faaliyetlerin düzenlenmesinde temel kanun olup, e-ticaret de bu kapsamda değerlendirilir. Kanunun 1. maddesi, ticari işletmeleri ilgilendiren işlemlerin ticari hükümler kapsamında olduğunu belirtir. citeturn0search22
E-ticaret faaliyetleri, TTK'nın ticari işletme, tacir ve ticari hükümlerle ilgili genel hükümlerine tabidir. Özellikle, tacirlerin ticaret unvanı kullanma, ticaret siciline kayıt olma ve ticari defter tutma yükümlülükleri e-ticaret işletmeleri için de geçerlidir. citeturn0search22
2. Türk Borçlar Kanunu (TBK) ve E-Ticaret
TBK, borç ilişkilerini düzenleyen temel kanundur ve e-ticaret işlemleri de bu kapsamda değerlendirilir. Kanunun 1. maddesi, sözleşmelerin tarafların iradelerini karşılıklı ve birbirine uygun olarak açıklamalarıyla kurulduğunu belirtir. citeturn0search1
E-ticaret işlemlerinde, sözleşmeler genellikle elektronik ortamda yapılır. TBK'nın 12. maddesi, sözleşmelerin geçerliliğinin, kanunda aksi öngörülmedikçe, hiçbir şekle bağlı olmadığını belirtir. citeturn0search1
Ayrıca, TBK'nın 14. maddesi, kanunda aksi öngörülmedikçe, imzalı bir mektup, asılları borç altına girenlerce imzalanmış telgraf, teyit edilmiş olmaları kaydıyla faks veya buna benzer iletişim araçları ya da güvenli elektronik imza ile gönderilip saklanabilen metinlerin de yazılı şekil yerine geçtiğini belirtir. citeturn0search1
3. Türk Ceza Kanunu (TCK) ve E-Ticaret
TCK, suç ve cezaları düzenleyen temel kanundur ve e-ticaret faaliyetlerinde işlenebilecek suçlar da bu kapsamda değerlendirilir. Özellikle, bilişim sistemleri aracılığıyla işlenen dolandırıcılık, hırsızlık ve diğer suçlar TCK kapsamında cezalandırılır.
TCK'nın 158. maddesi, bilişim sistemlerinin, banka veya kredi kurumlarının araç olarak kullanılması suretiyle işlenen dolandırıcılık suçlarını nitelikli dolandırıcılık kapsamında değerlendirir ve daha ağır cezalar öngörür. citeturn0search22
Sonuç
E-ticaretin hukuki altyapısı, TTK, TBK ve TCK gibi temel kanunlarla şekillendirilmiştir. Bu kanunlar, e-ticaret faaliyetlerinin düzenlenmesi, taraflar arasındaki ilişkilerin belirlenmesi ve olası hukuki sorunların çözümünde rehber niteliğindedir. E-ticaretle uğraşan işletmelerin ve tüketicilerin, bu kanunların getirdiği yükümlülükler ve haklar konusunda bilinçli olmaları, olası hukuki sorunların önüne geçilmesi açısından büyük önem taşır.
*Bu makale, e-ticaret hukukunun kanuni temelleri hakkında genel bilgi vermek amacıyla hazırlanmıştır. Detaylı bilgi ve profesyonel destek için hukuk büromuzla iletişime geçebilirsiniz.*
Dijital çağın getirdiği yeniliklerle birlikte, elektronik ticaret (e-ticaret) hızla büyüyen bir sektör haline gelmiştir. Bu büyüme, hukuki düzenlemelerin de e-ticaretin dinamiklerine uyum sağlamasını gerektirmiştir. Türkiye'de e-ticaretin hukuki altyapısı, başta Türk Ticaret Kanunu (TTK), Türk Borçlar Kanunu (TBK) ve Türk Ceza Kanunu (TCK) olmak üzere çeşitli mevzuatlarla şekillendirilmiştir. Bu makalede, e-ticaret hukukunun kanuni temelleri bu üç ana kanun çerçevesinde incelenecektir.
1. Türk Ticaret Kanunu (TTK) ve E-Ticaret
TTK, ticari faaliyetlerin düzenlenmesinde temel kanun olup, e-ticaret de bu kapsamda değerlendirilir. Kanunun 1. maddesi, ticari işletmeleri ilgilendiren işlemlerin ticari hükümler kapsamında olduğunu belirtir. citeturn0search22
E-ticaret faaliyetleri, TTK'nın ticari işletme, tacir ve ticari hükümlerle ilgili genel hükümlerine tabidir. Özellikle, tacirlerin ticaret unvanı kullanma, ticaret siciline kayıt olma ve ticari defter tutma yükümlülükleri e-ticaret işletmeleri için de geçerlidir. citeturn0search22
2. Türk Borçlar Kanunu (TBK) ve E-Ticaret
TBK, borç ilişkilerini düzenleyen temel kanundur ve e-ticaret işlemleri de bu kapsamda değerlendirilir. Kanunun 1. maddesi, sözleşmelerin tarafların iradelerini karşılıklı ve birbirine uygun olarak açıklamalarıyla kurulduğunu belirtir. citeturn0search1
E-ticaret işlemlerinde, sözleşmeler genellikle elektronik ortamda yapılır. TBK'nın 12. maddesi, sözleşmelerin geçerliliğinin, kanunda aksi öngörülmedikçe, hiçbir şekle bağlı olmadığını belirtir. citeturn0search1
Ayrıca, TBK'nın 14. maddesi, kanunda aksi öngörülmedikçe, imzalı bir mektup, asılları borç altına girenlerce imzalanmış telgraf, teyit edilmiş olmaları kaydıyla faks veya buna benzer iletişim araçları ya da güvenli elektronik imza ile gönderilip saklanabilen metinlerin de yazılı şekil yerine geçtiğini belirtir. citeturn0search1
3. Türk Ceza Kanunu (TCK) ve E-Ticaret
TCK, suç ve cezaları düzenleyen temel kanundur ve e-ticaret faaliyetlerinde işlenebilecek suçlar da bu kapsamda değerlendirilir. Özellikle, bilişim sistemleri aracılığıyla işlenen dolandırıcılık, hırsızlık ve diğer suçlar TCK kapsamında cezalandırılır.
TCK'nın 158. maddesi, bilişim sistemlerinin, banka veya kredi kurumlarının araç olarak kullanılması suretiyle işlenen dolandırıcılık suçlarını nitelikli dolandırıcılık kapsamında değerlendirir ve daha ağır cezalar öngörür. citeturn0search22
Sonuç
E-ticaretin hukuki altyapısı, TTK, TBK ve TCK gibi temel kanunlarla şekillendirilmiştir. Bu kanunlar, e-ticaret faaliyetlerinin düzenlenmesi, taraflar arasındaki ilişkilerin belirlenmesi ve olası hukuki sorunların çözümünde rehber niteliğindedir. E-ticaretle uğraşan işletmelerin ve tüketicilerin, bu kanunların getirdiği yükümlülükler ve haklar konusunda bilinçli olmaları, olası hukuki sorunların önüne geçilmesi açısından büyük önem taşır.
*Bu makale, e-ticaret hukukunun kanuni temelleri hakkında genel bilgi vermek amacıyla hazırlanmıştır. Detaylı bilgi ve profesyonel destek için hukuk büromuzla iletişime geçebilirsiniz.*


E- Ticaret Hukuku Kapsamında Adım Adım E-Ticaret Hukuku Rehberi
E-Ticaret Hukuku Kapsamında Adım Adım E-Ticaret Rehberi
Dijital çağın getirdiği yeniliklerle birlikte, e-ticaret sektörü hızla büyümektedir. Ancak, bu alanda faaliyet gösterirken hukuki yükümlülüklerin ve düzenlemelerin bilinmesi, sürdürülebilir ve yasalara uygun bir işletme için kritik öneme sahiptir. Aşağıda, e-ticaret faaliyetlerinizi hukuka uygun şekilde yürütmeniz için adım adım bir rehber sunulmuştur.
1. Şirket Kuruluşu ve Vergi Yükümlülükleri
E-ticaret faaliyetlerine başlamadan önce, yasal bir şirket yapısı oluşturmanız gerekmektedir. Bu, vergi mükellefi olmanızı ve ticari faaliyetlerinizi yasal zeminde yürütmenizi sağlar.
Şirket Türünün Belirlenmesi: İş modelinize ve sermaye yapınıza uygun bir şirket türü seçin (örneğin, anonim şirket, limited şirket).
Vergi Kaydı: Vergi dairesine başvurarak vergi kimlik numarası alın ve gerekli vergi beyannamelerini düzenli olarak verin.
Vergi Muafiyetleri: Evden e-ticaret yapanlar için belirli şartlarda vergi muafiyeti bulunmaktadır. Bu muafiyetlerden yararlanmak için ilgili mevzuatı inceleyin.
2. E-Ticaret Sitesinin Hukuki Gereklilikleri
E-ticaret sitenizin yasal gereklilikleri karşılaması, tüketici haklarının korunması ve yasal sorumluluklarınızın yerine getirilmesi açısından önemlidir.
Gizlilik Politikası ve Çerez Kullanımı: Kullanıcıların kişisel verilerinin nasıl toplandığı, saklandığı ve kullanıldığı konusunda bilgilendirme yapın.
Mesafeli Satış Sözleşmesi: Tüketicilerle yapılan satışlarda, mesafeli satış sözleşmesi düzenleyerek tarafların hak ve yükümlülüklerini belirleyin.
İade ve Cayma Hakkı: Tüketicilere, yasal olarak belirlenen süreler içinde iade ve cayma hakkı tanıyın. Bu hakların nasıl kullanılacağına dair bilgilendirme yapın.
3. Elektronik Ticaret Bilgi Sistemi (ETBİS) Kaydı
Türkiye'de e-ticaret faaliyetinde bulunan işletmelerin, ETBİS'e kayıt olmaları zorunludur.
Kayıt İşlemi: ETBİS üzerinden gerekli bilgileri girerek kaydınızı tamamlayın.
Bilgi Güncelleme: Faaliyetlerinizdeki değişiklikleri düzenli olarak ETBİS'e bildirin.
4. Elektronik Tebligat (E-Tebligat) Sistemi
Resmi kurumlarla olan yazışmalarınızın elektronik ortamda yapılabilmesi için e-tebligat sistemine kayıt olun.
Başvuru: Gelir İdaresi Başkanlığı'nın internet sitesi üzerinden e-tebligat başvurusu yapın.
Tebligatların Takibi: Sisteme gelen tebligatları düzenli olarak kontrol edin ve yasal süreler içinde gerekli işlemleri yapın.
5. Tüketici Haklarına Uyum
Tüketicilerin haklarını korumak ve yasal sorumluluklarınızı yerine getirmek için aşağıdaki hususlara dikkat edin:
Ayıplı Mal ve Hizmetler: Tüketicilere ayıplı mal veya hizmet sunmaktan kaçının. Ayıplı mal durumunda tüketicinin haklarını yerine getirin.
Reklam ve Tanıtım: Reklamlarınızda yanıltıcı bilgilere yer vermeyin. Tüketiciyi aldatıcı veya eksik bilgilendirmelerden kaçının.
6. Kişisel Verilerin Korunması
Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) kapsamında, kullanıcıların kişisel verilerini koruma yükümlülüğünüz bulunmaktadır.
Aydınlatma Metni: Kullanıcıları, hangi verilerin toplandığı ve nasıl kullanıldığı konusunda bilgilendirin.
Veri Güvenliği: Kişisel verilerin güvenliğini sağlamak için gerekli teknik ve idari tedbirleri alın.
7. Fikri Mülkiyet Haklarına Saygı
E-ticaret sitenizde kullandığınız içeriklerin telif haklarına dikkat edin.
İçerik Kullanımı: Başka kişilere ait görsel, metin veya diğer içerikleri izinsiz kullanmaktan kaçının.
Marka ve Patent Hakları: Satışını yaptığınız ürünlerin marka ve patent haklarına saygı gösterin.
8. Vergi ve Finansal Yükümlülükler
E-ticaret faaliyetlerinizden elde ettiğiniz gelirler için vergi yükümlülüklerinizi yerine getirin.
KDV ve Gelir Vergisi: Satışlarınızdan doğan Katma Değer Vergisi (KDV) ve Gelir Vergisi beyannamelerini düzenli olarak verin.
E-Fatura ve E-Arşiv: Elektronik fatura ve arşiv sistemlerini kullanarak mali kayıtlarınızı dijital ortamda yönetin.
Sonuç
E-ticaret, hızla büyüyen bir sektör olarak girişimciler ve işletmeler için büyük fırsatlar sunmaktadır. Ancak bu fırsatların sürdürülebilir ve güvenilir bir şekilde değerlendirilmesi için hukuki yükümlülüklere ve düzenlemelere uygun hareket etmek büyük önem taşır. Şirket kuruluşundan tüketici haklarına, veri koruma yükümlülüklerinden vergi ve finansal sorumluluklara kadar her aşamada hukuki gerekliliklere uyum sağlamak, hem işletmenizin itibarını koruyacak hem de olası yasal sorunları önleyecektir.
E-ticaret hukuku konusunda doğru bilgiye sahip olmak ve yasal süreçleri eksiksiz şekilde yürütmek için profesyonel bir hukuk danışmanından destek almanız tavsiye edilir. Unutmayın, hukuka uygun bir e-ticaret işletmesi, sadece bugünü değil, geleceği de güvence altına alır.
Detaylı bilgi ve destek için hukuk büromuzla iletişime geçebilirsiniz.
Dijital çağın getirdiği yeniliklerle birlikte, e-ticaret sektörü hızla büyümektedir. Ancak, bu alanda faaliyet gösterirken hukuki yükümlülüklerin ve düzenlemelerin bilinmesi, sürdürülebilir ve yasalara uygun bir işletme için kritik öneme sahiptir. Aşağıda, e-ticaret faaliyetlerinizi hukuka uygun şekilde yürütmeniz için adım adım bir rehber sunulmuştur.
1. Şirket Kuruluşu ve Vergi Yükümlülükleri
E-ticaret faaliyetlerine başlamadan önce, yasal bir şirket yapısı oluşturmanız gerekmektedir. Bu, vergi mükellefi olmanızı ve ticari faaliyetlerinizi yasal zeminde yürütmenizi sağlar.
Şirket Türünün Belirlenmesi: İş modelinize ve sermaye yapınıza uygun bir şirket türü seçin (örneğin, anonim şirket, limited şirket).
Vergi Kaydı: Vergi dairesine başvurarak vergi kimlik numarası alın ve gerekli vergi beyannamelerini düzenli olarak verin.
Vergi Muafiyetleri: Evden e-ticaret yapanlar için belirli şartlarda vergi muafiyeti bulunmaktadır. Bu muafiyetlerden yararlanmak için ilgili mevzuatı inceleyin.
2. E-Ticaret Sitesinin Hukuki Gereklilikleri
E-ticaret sitenizin yasal gereklilikleri karşılaması, tüketici haklarının korunması ve yasal sorumluluklarınızın yerine getirilmesi açısından önemlidir.
Gizlilik Politikası ve Çerez Kullanımı: Kullanıcıların kişisel verilerinin nasıl toplandığı, saklandığı ve kullanıldığı konusunda bilgilendirme yapın.
Mesafeli Satış Sözleşmesi: Tüketicilerle yapılan satışlarda, mesafeli satış sözleşmesi düzenleyerek tarafların hak ve yükümlülüklerini belirleyin.
İade ve Cayma Hakkı: Tüketicilere, yasal olarak belirlenen süreler içinde iade ve cayma hakkı tanıyın. Bu hakların nasıl kullanılacağına dair bilgilendirme yapın.
3. Elektronik Ticaret Bilgi Sistemi (ETBİS) Kaydı
Türkiye'de e-ticaret faaliyetinde bulunan işletmelerin, ETBİS'e kayıt olmaları zorunludur.
Kayıt İşlemi: ETBİS üzerinden gerekli bilgileri girerek kaydınızı tamamlayın.
Bilgi Güncelleme: Faaliyetlerinizdeki değişiklikleri düzenli olarak ETBİS'e bildirin.
4. Elektronik Tebligat (E-Tebligat) Sistemi
Resmi kurumlarla olan yazışmalarınızın elektronik ortamda yapılabilmesi için e-tebligat sistemine kayıt olun.
Başvuru: Gelir İdaresi Başkanlığı'nın internet sitesi üzerinden e-tebligat başvurusu yapın.
Tebligatların Takibi: Sisteme gelen tebligatları düzenli olarak kontrol edin ve yasal süreler içinde gerekli işlemleri yapın.
5. Tüketici Haklarına Uyum
Tüketicilerin haklarını korumak ve yasal sorumluluklarınızı yerine getirmek için aşağıdaki hususlara dikkat edin:
Ayıplı Mal ve Hizmetler: Tüketicilere ayıplı mal veya hizmet sunmaktan kaçının. Ayıplı mal durumunda tüketicinin haklarını yerine getirin.
Reklam ve Tanıtım: Reklamlarınızda yanıltıcı bilgilere yer vermeyin. Tüketiciyi aldatıcı veya eksik bilgilendirmelerden kaçının.
6. Kişisel Verilerin Korunması
Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) kapsamında, kullanıcıların kişisel verilerini koruma yükümlülüğünüz bulunmaktadır.
Aydınlatma Metni: Kullanıcıları, hangi verilerin toplandığı ve nasıl kullanıldığı konusunda bilgilendirin.
Veri Güvenliği: Kişisel verilerin güvenliğini sağlamak için gerekli teknik ve idari tedbirleri alın.
7. Fikri Mülkiyet Haklarına Saygı
E-ticaret sitenizde kullandığınız içeriklerin telif haklarına dikkat edin.
İçerik Kullanımı: Başka kişilere ait görsel, metin veya diğer içerikleri izinsiz kullanmaktan kaçının.
Marka ve Patent Hakları: Satışını yaptığınız ürünlerin marka ve patent haklarına saygı gösterin.
8. Vergi ve Finansal Yükümlülükler
E-ticaret faaliyetlerinizden elde ettiğiniz gelirler için vergi yükümlülüklerinizi yerine getirin.
KDV ve Gelir Vergisi: Satışlarınızdan doğan Katma Değer Vergisi (KDV) ve Gelir Vergisi beyannamelerini düzenli olarak verin.
E-Fatura ve E-Arşiv: Elektronik fatura ve arşiv sistemlerini kullanarak mali kayıtlarınızı dijital ortamda yönetin.
Sonuç
E-ticaret, hızla büyüyen bir sektör olarak girişimciler ve işletmeler için büyük fırsatlar sunmaktadır. Ancak bu fırsatların sürdürülebilir ve güvenilir bir şekilde değerlendirilmesi için hukuki yükümlülüklere ve düzenlemelere uygun hareket etmek büyük önem taşır. Şirket kuruluşundan tüketici haklarına, veri koruma yükümlülüklerinden vergi ve finansal sorumluluklara kadar her aşamada hukuki gerekliliklere uyum sağlamak, hem işletmenizin itibarını koruyacak hem de olası yasal sorunları önleyecektir.
E-ticaret hukuku konusunda doğru bilgiye sahip olmak ve yasal süreçleri eksiksiz şekilde yürütmek için profesyonel bir hukuk danışmanından destek almanız tavsiye edilir. Unutmayın, hukuka uygun bir e-ticaret işletmesi, sadece bugünü değil, geleceği de güvence altına alır.
Detaylı bilgi ve destek için hukuk büromuzla iletişime geçebilirsiniz.


Kamu Kaynaklarının Kamulaştırma İşlemlerinde Kullanımı: Torbalı Belediyesi’nin Kararı
1. Giriş
Kamulaştırma, idarenin kamu hizmetlerini etkin şekilde yürütebilmesi amacıyla özel mülkiyetteki taşınmazları, bedeli ödenmek suretiyle veya mülkiyet değişimini gerektiren diğer yollarla mülkiyetine geçirmesi işlemidir. Bu süreç, Türkiye'de 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümlerine tabi olarak gerçekleştirilir. Ancak kamulaştırma yetkisi, kamu kaynaklarının sınırlılığı ve mali disiplini gereği yalnızca zorunlu hallerde ve ölçülü bir şekilde kullanılmalıdır. Torbalı Belediyesi’nin 04.09.2024 tarihli kararıyla, Ayrancılar Mahallesi’nde bulunan bir taşınmazın kamulaştırılmasına yönelik alınan karar, idare hukuku ve kamu kaynaklarının etkin kullanımı açısından bazı hukuki sorunları barındırmaktadır.
Bu makalede, söz konusu kararın kamu kaynaklarının yanlış harcanması boyutuyla ele alınmasının yanı sıra, idare hukuku açısından hukuki değerlendirilmesi yapılacaktır.
2. Kamu Kaynaklarının Etkin ve Verimli Kullanımı
2.1. Anayasal İlkeler Çerçevesinde Kamu Kaynakları
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. maddesi, devletin "sosyal hukuk devleti" ilkesini vurgular. Sosyal hukuk devleti anlayışı, kamu kaynaklarının etkin, verimli ve amaca uygun bir şekilde kullanılmasını gerektirir. Aynı zamanda Anayasa’nın 127. maddesi uyarınca yerel yönetimlerin, kaynaklarını yerel ve kamusal ihtiyaçları karşılamak amacıyla kullanması zorunludur.
2.2. Torbalı Belediyesi’nin Kararının Mali Etkileri
Belediyeye ait taşınmazların trampa yoluyla değerlendirilmesi imkânı varken, kamu kaynakları kullanılarak kamulaştırma yapılmasının önerilmesi, mali disiplin ve verimlilik ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Kamu kaynaklarının bu şekilde kullanımı, taşınmazın rayiç değerinden daha yüksek bir maliyet yaratma riski taşır. Bu durum, belediyenin diğer hizmetlerini aksatabilecek, kamu hizmetlerinin genel seviyesini olumsuz etkileyebilecektir.
3. İdare Hukuku Açısından Hukuki Değerlendirme
3.1. Kamulaştırmanın Gerekliliği ve Ölçülülük İlkesi
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 1. maddesi, kamulaştırmanın ancak kamu yararının varlığı hâlinde yapılabileceğini düzenler. Kamulaştırma yetkisinin kullanılmasında ölçülülük ilkesi dikkate alınmalıdır. Bu ilkeye göre, kamu yararına ulaşmanın mümkün olduğu daha az maliyetli yollar mevcutsa kamulaştırma işlemi tercih edilmemelidir. Belediyeye ait taşınmazların trampa edilmesi seçeneği mevcutken, doğrudan kamu kaynaklarının kullanılması ölçülülük ilkesine aykırı bir işlem tesis edildiğini göstermektedir.
3.2. İdarenin Takdir Yetkisi ve Yargı Denetimi
Anayasa’nın 125. maddesi uyarınca idarenin her türlü eylem ve işlemi yargı denetimine tabidir. Bu çerçevede, belediyenin söz konusu kararı, kamu yararı ilkesine uygunluk ve ölçülülük açısından yargısal denetime açıktır. Danıştay kararlarında da vurgulandığı üzere, kamulaştırma işlemlerinde idarenin takdir yetkisi sınırsız değildir ve yargı organları ölçülülük ilkesine aykırı kararları iptal edebilir.
3.3. Kamu Zararı Oluşması Riski
5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 15. maddesinin (h) bendi ve 18. maddesinin (e) bendi, belediyelere taşınmaz mal edinme yetkisi verirken, bu yetkinin kamu yararına uygun şekilde kullanılması gerektiğini belirtir. Belediyenin kamu kaynaklarını kullanarak kamulaştırma yapması, gereksiz mali yük oluşturduğu durumlarda kamu zararı teşkil edebilir. Bu durum, Sayıştay denetimlerinde de sorgulanabilecek bir husustur.
4. Çözüm Önerileri
4.1. Trampa Yönteminin Tercih Edilmesi
Belediyeye ait taşınmazların trampa yöntemiyle değerlendirilmesi, hem kamu kaynaklarının israfını önleyecek hem de kamulaştırma işlemini daha hızlı ve etkin bir şekilde sonuçlandıracaktır. Bu yöntem, özellikle belediyenin taşınmaz envanterinin değerlendirilmesi açısından daha sürdürülebilir bir çözüm olacaktır.
4.2. Kamulaştırma Bedelinin Adil ve Hukuki Olması
Eğer trampa yöntemi tercih edilmeyecekse, kamulaştırma bedelinin mülk sahiplerine rayiç değer üzerinden ve 2942 sayılı Kanun hükümlerine uygun şekilde ödenmesi sağlanmalıdır. Bununla birlikte, gerekliliği ortaya koyan somut gerekçelerle işlem tesis edilmelidir.
4.3. Kamu Yararı Kararının Somut Gerekçelere Dayandırılması
Belediyenin kamu yararı kararını, mevcut alternatifleri açıkça değerlendirerek somut gerekçelere dayandırması gereklidir. Aksi takdirde, işlem yargı denetiminde iptal edilme riski taşımaktadır.
5. Sonuç
Torbalı Belediyesi’nin, kamu kaynaklarını kullanarak kamulaştırma yapılmasını öngören kararı, Anayasa’nın ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun ölçülülük ve kamu yararı ilkelerine aykırı sonuçlar doğurabilir. Belediyeye ait taşınmazların trampa edilmesi gibi alternatifler mevcutken, doğrudan kamulaştırma yapılması gereksiz bir mali yük yaratacaktır. Bu durum, kamu kaynaklarının yanlış kullanılmasıyla sonuçlanabilir ve yargı denetimi kapsamında iptale konu olabilir. İdarenin, işlem tesisinde daha ölçülü ve kamu yararına uygun bir yaklaşım benimsemesi, hukuki ve mali açıdan daha sağlıklı sonuçlar doğuracaktır.
Kamulaştırma, idarenin kamu hizmetlerini etkin şekilde yürütebilmesi amacıyla özel mülkiyetteki taşınmazları, bedeli ödenmek suretiyle veya mülkiyet değişimini gerektiren diğer yollarla mülkiyetine geçirmesi işlemidir. Bu süreç, Türkiye'de 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümlerine tabi olarak gerçekleştirilir. Ancak kamulaştırma yetkisi, kamu kaynaklarının sınırlılığı ve mali disiplini gereği yalnızca zorunlu hallerde ve ölçülü bir şekilde kullanılmalıdır. Torbalı Belediyesi’nin 04.09.2024 tarihli kararıyla, Ayrancılar Mahallesi’nde bulunan bir taşınmazın kamulaştırılmasına yönelik alınan karar, idare hukuku ve kamu kaynaklarının etkin kullanımı açısından bazı hukuki sorunları barındırmaktadır.
Bu makalede, söz konusu kararın kamu kaynaklarının yanlış harcanması boyutuyla ele alınmasının yanı sıra, idare hukuku açısından hukuki değerlendirilmesi yapılacaktır.
2. Kamu Kaynaklarının Etkin ve Verimli Kullanımı
2.1. Anayasal İlkeler Çerçevesinde Kamu Kaynakları
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. maddesi, devletin "sosyal hukuk devleti" ilkesini vurgular. Sosyal hukuk devleti anlayışı, kamu kaynaklarının etkin, verimli ve amaca uygun bir şekilde kullanılmasını gerektirir. Aynı zamanda Anayasa’nın 127. maddesi uyarınca yerel yönetimlerin, kaynaklarını yerel ve kamusal ihtiyaçları karşılamak amacıyla kullanması zorunludur.
2.2. Torbalı Belediyesi’nin Kararının Mali Etkileri
Belediyeye ait taşınmazların trampa yoluyla değerlendirilmesi imkânı varken, kamu kaynakları kullanılarak kamulaştırma yapılmasının önerilmesi, mali disiplin ve verimlilik ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Kamu kaynaklarının bu şekilde kullanımı, taşınmazın rayiç değerinden daha yüksek bir maliyet yaratma riski taşır. Bu durum, belediyenin diğer hizmetlerini aksatabilecek, kamu hizmetlerinin genel seviyesini olumsuz etkileyebilecektir.
3. İdare Hukuku Açısından Hukuki Değerlendirme
3.1. Kamulaştırmanın Gerekliliği ve Ölçülülük İlkesi
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 1. maddesi, kamulaştırmanın ancak kamu yararının varlığı hâlinde yapılabileceğini düzenler. Kamulaştırma yetkisinin kullanılmasında ölçülülük ilkesi dikkate alınmalıdır. Bu ilkeye göre, kamu yararına ulaşmanın mümkün olduğu daha az maliyetli yollar mevcutsa kamulaştırma işlemi tercih edilmemelidir. Belediyeye ait taşınmazların trampa edilmesi seçeneği mevcutken, doğrudan kamu kaynaklarının kullanılması ölçülülük ilkesine aykırı bir işlem tesis edildiğini göstermektedir.
3.2. İdarenin Takdir Yetkisi ve Yargı Denetimi
Anayasa’nın 125. maddesi uyarınca idarenin her türlü eylem ve işlemi yargı denetimine tabidir. Bu çerçevede, belediyenin söz konusu kararı, kamu yararı ilkesine uygunluk ve ölçülülük açısından yargısal denetime açıktır. Danıştay kararlarında da vurgulandığı üzere, kamulaştırma işlemlerinde idarenin takdir yetkisi sınırsız değildir ve yargı organları ölçülülük ilkesine aykırı kararları iptal edebilir.
3.3. Kamu Zararı Oluşması Riski
5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 15. maddesinin (h) bendi ve 18. maddesinin (e) bendi, belediyelere taşınmaz mal edinme yetkisi verirken, bu yetkinin kamu yararına uygun şekilde kullanılması gerektiğini belirtir. Belediyenin kamu kaynaklarını kullanarak kamulaştırma yapması, gereksiz mali yük oluşturduğu durumlarda kamu zararı teşkil edebilir. Bu durum, Sayıştay denetimlerinde de sorgulanabilecek bir husustur.
4. Çözüm Önerileri
4.1. Trampa Yönteminin Tercih Edilmesi
Belediyeye ait taşınmazların trampa yöntemiyle değerlendirilmesi, hem kamu kaynaklarının israfını önleyecek hem de kamulaştırma işlemini daha hızlı ve etkin bir şekilde sonuçlandıracaktır. Bu yöntem, özellikle belediyenin taşınmaz envanterinin değerlendirilmesi açısından daha sürdürülebilir bir çözüm olacaktır.
4.2. Kamulaştırma Bedelinin Adil ve Hukuki Olması
Eğer trampa yöntemi tercih edilmeyecekse, kamulaştırma bedelinin mülk sahiplerine rayiç değer üzerinden ve 2942 sayılı Kanun hükümlerine uygun şekilde ödenmesi sağlanmalıdır. Bununla birlikte, gerekliliği ortaya koyan somut gerekçelerle işlem tesis edilmelidir.
4.3. Kamu Yararı Kararının Somut Gerekçelere Dayandırılması
Belediyenin kamu yararı kararını, mevcut alternatifleri açıkça değerlendirerek somut gerekçelere dayandırması gereklidir. Aksi takdirde, işlem yargı denetiminde iptal edilme riski taşımaktadır.
5. Sonuç
Torbalı Belediyesi’nin, kamu kaynaklarını kullanarak kamulaştırma yapılmasını öngören kararı, Anayasa’nın ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun ölçülülük ve kamu yararı ilkelerine aykırı sonuçlar doğurabilir. Belediyeye ait taşınmazların trampa edilmesi gibi alternatifler mevcutken, doğrudan kamulaştırma yapılması gereksiz bir mali yük yaratacaktır. Bu durum, kamu kaynaklarının yanlış kullanılmasıyla sonuçlanabilir ve yargı denetimi kapsamında iptale konu olabilir. İdarenin, işlem tesisinde daha ölçülü ve kamu yararına uygun bir yaklaşım benimsemesi, hukuki ve mali açıdan daha sağlıklı sonuçlar doğuracaktır.


25 Yaş ve Üzeri Araçlar İçin Özel Tüketim Vergisi Muafiyeti
Son dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) sunulan bir kanun teklifi, 25 yaş ve üzerindeki araçların geri dönüşüme verilmesi durumunda, Türkiye’de üretilmiş yeni araç alımlarında bir defaya mahsus olmak üzere Özel Tüketim Vergisi’nden (ÖTV) muafiyet sağlanmasını öngörmektedir. Bu teklif, çevre kirliliği, trafik güvenliği ve ekonomiye katkı sağlama gibi gerekçelerle sunulmuştur. Bu makalede, söz konusu teklifin yasal düzenlemeler çerçevesinde gerçekleşme ihtimali, Özel Tüketim Vergisi Kanunu (4760 sayılı Kanun), Vergi Usul Kanunu (VUK) ve Türkiye'nin genel vergi regülasyonları açısından değerlendirilecektir.
1. Kanun Teklifinin İçeriği ve Amacı
Teklif, 25 yaş ve üzeri araçların geri dönüşüme kazandırılması halinde, Türkiye’de üretilen yeni araç alımlarında bir defaya mahsus ÖTV muafiyeti getirilmesini amaçlamaktadır. Teklifin gerekçeleri arasında:
Çevresel Faydalar: Eski araçların geri dönüşümüyle çevreye verilen zararın azaltılması.
Trafik Güvenliği: Eski araçların trafikte sebep olabileceği kazaların önlenmesi.
Ekonomik Etki: Yeni araç alımlarını teşvik ederek ithalat bağımlılığını azaltma ve yerli üretimi destekleme.
2. Özel Tüketim Vergisi Kanunu’na Göre Değerlendirme
4760 Sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanunu, Türkiye’de belirli mal ve hizmetlerden alınan ÖTV’nin esaslarını düzenler. Kanunun 7. maddesi, belirli durumlarda ÖTV muafiyetini öngörmektedir. Bu kapsamda teklif, ilgili maddenin yeni bir fıkra eklenmesi suretiyle 25 yaş ve üzeri araçların geri dönüşümü karşılığında sağlanacak ÖTV muafiyetini düzenlemektedir.
a) ÖTV Muafiyetinin Hukuki Dayanağı
Kanunun 7. maddesi, kamu yararı ve ekonomik gerekçelerle bazı istisnalar düzenleyebilir. Mevcut düzenlemelerde, tarımsal amaçlı kullanılan araçlar, ithal edilen özel amaçlı taşıtlar gibi istisnalar yer almaktadır. Teklifte belirtilen düzenleme, çevre koruma, ekonomik büyüme ve yerli üretimi teşvik gibi gerekçelere dayandığından, hukuki bir dayanak oluşturabilir.
b) Teklifin Vergi Gelirleri Üzerindeki Etkisi
ÖTV, devletin önemli gelir kalemlerinden biridir. Bu düzenleme, ÖTV gelirlerinde geçici bir azalma yaratabilir. Ancak, yerli üretim araç satışlarının artması ve geri dönüşümden elde edilecek ekonomik kazançlarla bu kayıp dengelenebilir.
3. Vergi Usul Kanunu ve Uygulama Açısından Değerlendirme
Vergi Usul Kanunu (VUK), vergilerin tarh, tahakkuk ve tahsil süreçlerini düzenler. Bu teklif, uygulanabilirlik açısından VUK ile uyumlu olmalıdır:
Belgelendirme Süreci: Geri dönüşüm işlemlerinin resmi kurumlarca belgelenmesi ve araç sahibine ÖTV muafiyetine hak kazandığını belirten bir belge verilmesi gerekir. Bu süreç, düzenli bir denetim mekanizması gerektirir.
Denetim Mekanizmaları: ÖTV muafiyetinden yararlanma sürecinin suistimale açık olmaması için geri dönüşüm kayıtlarının düzenli olarak denetlenmesi şarttır.
4. Türkiye’nin Vergi Regülasyonları Kapsamında Değerlendirme
Türkiye'de vergi düzenlemeleri, ekonomik büyüme, çevre koruma ve sosyal fayda sağlamaya yönelik olarak sık sık güncellenmektedir. Bu kapsamda:
Yerel Üretimi Destekleme: Yerli üretim araçların ÖTV muafiyetiyle teşvik edilmesi, yerli sanayiye olumlu katkı sağlayabilir.
Çevre Politikaları: Eski araçların trafikten çekilmesi ve geri dönüşümü, Türkiye’nin çevresel sürdürülebilirlik hedeflerine katkı sunacaktır.
Trafik Güvenliği: Yaşı büyük araçların trafikten çekilmesi, trafik kazalarını ve can kayıplarını azaltabilir.
5. Teklifin Gerçekleşme İhtimali
Bu teklifin yasalaşma ihtimali, aşağıdaki faktörlere bağlıdır:
Ekonomik Etki Analizi: Hükümetin ÖTV gelirlerinden vazgeçme kararı alıp alamayacağı.
Siyasi Destek: TBMM’de bu teklifin Plan ve Bütçe Komisyonu'nda ve genel kurulda kabul edilmesi için gerekli siyasi desteğin sağlanması.
Uygulama Kolaylığı: Geri dönüşüm ve muafiyet süreçlerinin denetlenebilir ve uygulanabilir olması.
Teklif, gerekçeleri itibarıyla kamu yararına önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Ancak, devlet gelirlerinde yaratacağı etkiler ve uygulanabilirlik konusunda yapılacak detaylı analizler sonucu belirleyici olacaktır.
Sonuç
25 yaş ve üzerindeki araçların geri dönüşümü karşılığında ÖTV muafiyeti sağlayan bu teklif, çevresel, ekonomik ve sosyal faydalar sağlayabilir. Ancak, teklifin yasalaşabilmesi için hem ekonomik etkilerin detaylı bir şekilde analiz edilmesi hem de uygulama sürecinin net ve denetlenebilir bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Düzenleme, yerli üretimin desteklenmesi ve çevresel sürdürülebilirlik açısından olumlu bir adım olarak değerlendirilebilir.
Detaylı bilgi ve hukuki destek için hukuk büromuzla iletişime geçebilirsiniz.
1. Kanun Teklifinin İçeriği ve Amacı
Teklif, 25 yaş ve üzeri araçların geri dönüşüme kazandırılması halinde, Türkiye’de üretilen yeni araç alımlarında bir defaya mahsus ÖTV muafiyeti getirilmesini amaçlamaktadır. Teklifin gerekçeleri arasında:
Çevresel Faydalar: Eski araçların geri dönüşümüyle çevreye verilen zararın azaltılması.
Trafik Güvenliği: Eski araçların trafikte sebep olabileceği kazaların önlenmesi.
Ekonomik Etki: Yeni araç alımlarını teşvik ederek ithalat bağımlılığını azaltma ve yerli üretimi destekleme.
2. Özel Tüketim Vergisi Kanunu’na Göre Değerlendirme
4760 Sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanunu, Türkiye’de belirli mal ve hizmetlerden alınan ÖTV’nin esaslarını düzenler. Kanunun 7. maddesi, belirli durumlarda ÖTV muafiyetini öngörmektedir. Bu kapsamda teklif, ilgili maddenin yeni bir fıkra eklenmesi suretiyle 25 yaş ve üzeri araçların geri dönüşümü karşılığında sağlanacak ÖTV muafiyetini düzenlemektedir.
a) ÖTV Muafiyetinin Hukuki Dayanağı
Kanunun 7. maddesi, kamu yararı ve ekonomik gerekçelerle bazı istisnalar düzenleyebilir. Mevcut düzenlemelerde, tarımsal amaçlı kullanılan araçlar, ithal edilen özel amaçlı taşıtlar gibi istisnalar yer almaktadır. Teklifte belirtilen düzenleme, çevre koruma, ekonomik büyüme ve yerli üretimi teşvik gibi gerekçelere dayandığından, hukuki bir dayanak oluşturabilir.
b) Teklifin Vergi Gelirleri Üzerindeki Etkisi
ÖTV, devletin önemli gelir kalemlerinden biridir. Bu düzenleme, ÖTV gelirlerinde geçici bir azalma yaratabilir. Ancak, yerli üretim araç satışlarının artması ve geri dönüşümden elde edilecek ekonomik kazançlarla bu kayıp dengelenebilir.
3. Vergi Usul Kanunu ve Uygulama Açısından Değerlendirme
Vergi Usul Kanunu (VUK), vergilerin tarh, tahakkuk ve tahsil süreçlerini düzenler. Bu teklif, uygulanabilirlik açısından VUK ile uyumlu olmalıdır:
Belgelendirme Süreci: Geri dönüşüm işlemlerinin resmi kurumlarca belgelenmesi ve araç sahibine ÖTV muafiyetine hak kazandığını belirten bir belge verilmesi gerekir. Bu süreç, düzenli bir denetim mekanizması gerektirir.
Denetim Mekanizmaları: ÖTV muafiyetinden yararlanma sürecinin suistimale açık olmaması için geri dönüşüm kayıtlarının düzenli olarak denetlenmesi şarttır.
4. Türkiye’nin Vergi Regülasyonları Kapsamında Değerlendirme
Türkiye'de vergi düzenlemeleri, ekonomik büyüme, çevre koruma ve sosyal fayda sağlamaya yönelik olarak sık sık güncellenmektedir. Bu kapsamda:
Yerel Üretimi Destekleme: Yerli üretim araçların ÖTV muafiyetiyle teşvik edilmesi, yerli sanayiye olumlu katkı sağlayabilir.
Çevre Politikaları: Eski araçların trafikten çekilmesi ve geri dönüşümü, Türkiye’nin çevresel sürdürülebilirlik hedeflerine katkı sunacaktır.
Trafik Güvenliği: Yaşı büyük araçların trafikten çekilmesi, trafik kazalarını ve can kayıplarını azaltabilir.
5. Teklifin Gerçekleşme İhtimali
Bu teklifin yasalaşma ihtimali, aşağıdaki faktörlere bağlıdır:
Ekonomik Etki Analizi: Hükümetin ÖTV gelirlerinden vazgeçme kararı alıp alamayacağı.
Siyasi Destek: TBMM’de bu teklifin Plan ve Bütçe Komisyonu'nda ve genel kurulda kabul edilmesi için gerekli siyasi desteğin sağlanması.
Uygulama Kolaylığı: Geri dönüşüm ve muafiyet süreçlerinin denetlenebilir ve uygulanabilir olması.
Teklif, gerekçeleri itibarıyla kamu yararına önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Ancak, devlet gelirlerinde yaratacağı etkiler ve uygulanabilirlik konusunda yapılacak detaylı analizler sonucu belirleyici olacaktır.
Sonuç
25 yaş ve üzerindeki araçların geri dönüşümü karşılığında ÖTV muafiyeti sağlayan bu teklif, çevresel, ekonomik ve sosyal faydalar sağlayabilir. Ancak, teklifin yasalaşabilmesi için hem ekonomik etkilerin detaylı bir şekilde analiz edilmesi hem de uygulama sürecinin net ve denetlenebilir bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Düzenleme, yerli üretimin desteklenmesi ve çevresel sürdürülebilirlik açısından olumlu bir adım olarak değerlendirilebilir.
Detaylı bilgi ve hukuki destek için hukuk büromuzla iletişime geçebilirsiniz.


TBMM YAPAY ZEKAYA HUKUKİ ALTYAPI İÇİN DÜĞMEYE BASTI
05.10.2024 tarihli Resmi Gazete’de yapay zekaya hukuki altyapı oluşturulmasına dair TBMM kararı yayımlandı. Kararda, “Yapay zekâ teknolojilerinin gelişimine yönelik adımların belirlenmesi, hukuki altyapının oluşturulması ve yapay zekâ kullanımının getirdiği risklerin önlenmesi için gerekli tedbirlerin tespit edilmesi amacıyla bir Meclis araştırma komisyonu kurulmasına karar verilmiştir. Komisyon 22 üyeden oluşacak ve 3 ay süreyle çalışacaktır. Gerekli görüldüğünde komisyon Ankara dışında da faaliyet gösterebilecektir.” ifadeleri kullanıldı.
İlerleyen süreçlerde Yapay Zeka ve Hukuk ilişkisi hakkında çokça tartışma olacağı kesin. Bugüne kadarki tartışmaların tamamında yapay zeka teknolojilerini kullanan ve üretenler konuyu ele aldılar. Ancak, ortalama bir insandan daha hızlı öğrenebilen ve kendisine tanımlanan bilgilerle kısa sürede karmaşık işlemleri yapabilen yapay zekanın konuşabilen temsilcilerinden, “Türkiye’de Yapay Zeka Hukuku” hakkında bir değerlendirme yapmaları talep edilmedi. AGD Hukuk ve Danışmanlık olarak Dünya çapında en çok kullanılan iki yapay zeka sohbet robotundan, “Türkiye’de Yapay Zeka Hukuku” ve "Türkiye’de Uygulanabilecek Yapay Zeka Hukuku Modelleri” hakkında bir değerlendirme yapmalarını istedik. Sonuç bizi oldukça şaşırttı.
GEMINI :
“Yapay Zeka Hukuku”: Türkiye'de Yeni Bir Düzenleme Çerçevesi
Yapay zeka teknolojilerindeki hızlı ilerlemeler, hukuk sistemlerini kökten dönüştürme potansiyeline sahiptir. Bu teknolojilerin sunduğu fırsatlar kadar, beraberinde getirdiği hukuki belirsizlikler de artmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye'de yapay zeka hukuku alanında kapsamlı bir düzenleme ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Uluslararası Pratikler ve Türkiye'ye Özel Yaklaşım
Dünya genelinde pek çok ülke, yapay zekanın potansiyel risklerini ve faydalarını dengelemek amacıyla farklı hukuki çerçeveler oluşturmaktadır. Avrupa Birliği gibi düzenleyici otoritelerin kapsamlı çalışmaları, yapay zekanın şeffaflığı, hesap verebilirliği ve ayrımcılık yapmaması gibi temel ilkeler üzerinde durmaktadır. Çin ise yapay zekayı ekonomik büyüme ve sosyal kontrol için bir araç olarak görmekte ve bu doğrultuda sıkı düzenlemeler getirmektedir. ABD ise daha çok piyasa odaklı bir yaklaşım benimsemektedir.
Türkiye'nin yapay zeka hukuku modelini belirlerken, ülkenin teknolojik gelişimi, ekonomik hedefleri, sosyal yapısı ve uluslararası standartlar dikkate alınmalıdır. Bu bağlamda, Türkiye'de oluşturulacak bir yapay zeka hukuku çerçevesinin;
Esnek ve Dinamik: Teknolojinin hızla değişen doğasına uyum sağlayabilecek kadar esnek ve güncelleme mekanizmalarına sahip olması,
Çerçeve Özelliği: Yapay zekanın farklı alanlardaki kullanımını düzenleyen genel bir çerçeve sunması,
Risk Temelli: Yüksek riskli yapay zeka uygulamalarına daha sıkı düzenlemeler getirirken, düşük riskli uygulamalara daha az müdahale etmesi,
Katılımcı: Akademik camia, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının düzenleme süreçlerine aktif katılımını sağlaması,
Uluslararası İşbirliği: Uluslararası standartlarla uyumlu bir yaklaşım benimseyerek, küresel yapay zeka ekosistemine entegrasyonu kolaylaştırması gerekmektedir.
Türkiye İçin Önemli Hukuki Konular
Türkiye'de yapay zeka hukuku düzenlemesinde aşağıdaki konulara özel önem verilmelidir:
Veri Gizliliği ve Güvenliği: Yapay zeka sistemlerinin kişisel verilere erişimi ve bu verilerin korunması konusunda kapsamlı düzenlemeler getirilmelidir.
Sorumluluk: Yapay zeka sistemlerinin neden olduğu zararların sorumluluğunun belirlenmesi ve tazminat mekanizmalarının oluşturulması gerekmektedir.
Ayrımcılık: Yapay zeka sistemlerinin cinsiyet, ırk, din gibi farklılıklar temelinde ayrımcılık yapmasının önlenmesi için etkili önlemler alınmalıdır.
Şeffaflık: Yapay zeka kararlarının nasıl alındığının anlaşılır hale getirilmesi ve karar verme süreçlerinin denetlenebilir olması sağlanmalıdır.
Etik İlkeler: Yapay zeka geliştirme ve kullanımında insan haklarına, etik değerlere ve toplumsal faydaya uygunluk ilkelerinin benimsenmesi gerekmektedir.
Yapay zeka, geleceğin teknolojisi olarak kabul edilmektedir. Bu teknolojinin sunduğu fırsatlardan tam anlamıyla yararlanabilmek için, hukuki bir belirsizlik ortamının ortadan kaldırılması ve güvenilir bir düzenleme çerçevesinin oluşturulması gerekmektedir. Türkiye'nin bu alanda yapacağı düzenlemeler, hem ülkenin teknolojik gelişimine katkı sağlayacak hem de vatandaşların haklarını koruyacaktır.
Öneriler
Yapay zeka hukuku alanında akademik çalışmaların desteklenmesi ve multidisipliner bir yaklaşım benimsenmesi,
Sivil toplum kuruluşlarının ve özel sektörün düzenleme süreçlerine aktif olarak dahil edilmesi,
Uluslararası iyi uygulamaların incelenmesi ve Türkiye'ye uyarlanması,
Düzenli olarak güncellenen bir yapay zeka hukuku stratejisi geliştirilmesi önerilmektedir.
CHATGPT:
"Yapay Zekânın Hukuki Düzenlenmesi”: Türkiye İçin Uygun Hukuk Modeli Üzerine Bir Analiz
Yapay Zekâ (YZ) teknolojilerinin hızla gelişmesiyle birlikte, dünya genelinde birçok ülke, YZ’nin kullanımını düzenlemeye yönelik hukuki çerçeveler oluşturmaya başlamıştır. Bu düzenlemeler, teknolojinin etik, güvenlik, veri gizliliği ve sorumluluk gibi temel meselelerde yol açabileceği riskleri kontrol altına almayı amaçlamaktadır. Türkiye’nin bu alandaki hukuki boşlukları gidermek için hangi modeli tercih etmesi gerektiği sorusunu tartışmadan önce, uluslararası alanda kabul görmüş düzenleme modellerini incelemek, konuya daha geniş bir perspektiften yaklaşmamızı sağlayacaktır.
1. Avrupa Birliği (AB) Modeli
Avrupa Birliği, YZ düzenlemeleri konusunda lider konumda olup, Nisan 2021’de yayımlanan Yapay Zekâ Yasası Taslağı (Artificial Intelligence Act) ile kapsamlı bir hukuki düzenleme sürecini başlatmıştır. AB’nin benimsediği model, risk esasına dayalı bir yaklaşımdır. Bu bağlamda YZ uygulamaları dört ana risk kategorisinde değerlendirilmektedir:
Yüksek Riskli YZ Sistemleri: Sağlık, ulaşım, yargı gibi kritik alanlarda kullanılan YZ sistemlerine yönelik olarak daha sıkı denetim ve uygunluk şartları getirilmiştir. Bu sistemlerin, belirli güvenlik ve etik standartları karşılaması zorunludur.
Düşük Riskli YZ Sistemleri: Sohbet robotları gibi kullanıcı etkileşimine dayanan sistemlerde, kullanıcının bu sistemlerin farkında olması yeterli görülmektedir.
Minimal Riskli YZ Sistemleri: Herhangi bir denetim gerektirmeyen YZ uygulamaları bu kategoriye dahildir.
Yasaklı YZ Uygulamaları: Bireylerin özgür iradesini manipüle eden, insan haklarını ihlal eden veya toplumsal puanlama sistemleri gibi yüksek etik risk taşıyan YZ uygulamaları yasaklanmıştır.
AB’nin risk esaslı bu yaklaşımı, YZ’nin kullanılacağı alanın önemine göre hukuki yükümlülükler belirlemekte olup, Türkiye açısından da dikkate alınması gereken bir model teşkil etmektedir.
2. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Modeli
Amerika Birleşik Devletleri’nde YZ'ye yönelik federal düzeyde kapsamlı bir mevzuat bulunmamakla birlikte, sektörel ve eyalet bazlı düzenlemeler yapılmıştır. 2022 yılında yayımlanan Ulusal Yapay Zekâ Stratejisi, YZ teknolojilerinin geliştirilmesinde etik, güvenlik ve inovasyonun dengelenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. ABD, YZ’nin inovasyon potansiyelini engellemeyen, ancak veri gizliliği ve etik ihlalleri önlemek için sektörel düzenlemelerle denetleyen bir modeli benimsemektedir. Özellikle Federal Ticaret Komisyonu (FTC), YZ’nin tüketici haklarına ve kişisel verilere olumsuz etkileri açısından denetleyici rol üstlenmektedir.
ABD'nin sektörel yaklaşımı, esneklik ve inovasyon odaklı bir düzenleme modeline ihtiyaç duyan ülkeler için örnek teşkil edebilir. Türkiye için de inovasyonu teşvik eden ancak aynı zamanda veri güvenliği ve etik ihlalleri önlemeye yönelik bir sektörel denetim modeli, ABD’den esinlenerek değerlendirilebilir.
3. Çin Modeli
Çin Halk Cumhuriyeti, YZ’yi stratejik bir ulusal hedef olarak görmektedir ve bu doğrultuda merkeziyetçi bir düzenleme yaklaşımı benimsemektedir. 2021 yılında yürürlüğe giren Veri Güvenliği Yasası ve Kişisel Bilgilerin Korunması Yasası, YZ sistemlerinin veri toplama ve işleme süreçlerini düzenlemektedir. Çin'de YZ’nin devlet kontrolünde geliştirilmesi ve toplumsal gözetim amaçlı kullanılması, diğer ülkelerden ayrışan bir özellik olarak öne çıkmaktadır. Çin modelinin, YZ’nin devlet çıkarları doğrultusunda şekillendiği ve birey haklarına odaklanmaktan ziyade devletin çıkarlarını korumaya yönelik olduğu söylenebilir.
Türkiye’nin daha özgürlükçü ve birey odaklı bir hukuki yapı benimsemesi gerektiği düşünüldüğünde, Çin modelinin Türkiye için uygun olmadığı açıktır. Ancak, devletin stratejik öncelikleri göz önüne alındığında, belirli alanlarda devlet kontrolünün artırılması ve veri güvenliği ile ilgili daha sert düzenlemelerin yapılması konusunda Çin modelinden esinlenilebilir.
4. Birleşik Krallık Modeli
Birleşik Krallık, Avrupa Birliği’nden ayrıldıktan sonra kendi YZ düzenlemelerini bağımsız olarak geliştirmiştir. 2023 yılında yayımlanan Yapay Zekâ Beyaz Kitap (AI White Paper), YZ'nin kullanımına ilişkin hafif dokunuşlu bir düzenleme modelini benimsemektedir. Her sektörde denetleyici kurumlar, kendi alanlarındaki YZ sistemlerinin etik ve güvenlik standartlarını belirlemekte ve düzenlemeleri uygulamaktadır. Birleşik Krallık, YZ’nin inovasyonu destekleyecek şekilde düzenlenmesini ön planda tutmakta, sıkı denetim yerine sektörel öz denetimi teşvik etmektedir.
Türkiye için bu model, özellikle inovasyon ve teknolojik gelişim odaklı düzenlemeler geliştirilirken dikkate alınabilecek esnek bir yaklaşım sunmaktadır.
Türkiye İçin Tercih Edilebilir Hukuki Model
Türkiye, YZ’nin düzenlenmesine ilişkin olarak kendi hukuki çerçevesini oluştururken, uluslararası modellerden esinlenerek yerel koşullara uygun bir yapı geliştirebilir. Türkiye'nin mevcut hukuk düzeni, Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) gibi veri güvenliğini önceleyen mevzuatlarla YZ düzenlemeleri için önemli bir altyapı sunmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye'nin küresel rekabet gücünü artırması ve inovasyonu desteklemesi adına dengeli ve esnek bir yaklaşım benimsemesi elzemdir.
Risk Esaslı Düzenleme: AB modelinde olduğu gibi, YZ uygulamalarının risk seviyelerine göre farklı yükümlülükler getiren bir düzenleme Türkiye için uygun olabilir. Yüksek riskli alanlar, özellikle sağlık, ulaşım ve adalet gibi sektörlerde sıkı denetimlere tabi tutulmalı; düşük ve minimal riskli alanlarda ise inovasyonu teşvik eden daha esnek kurallar uygulanmalıdır.
İnovasyonu Destekleyen Sektörel Düzenleme: ABD ve Birleşik Krallık’ın sektörel yaklaşımlarında görüldüğü gibi, Türkiye de YZ’yi inovatif gelişmelerin önünü açacak şekilde düzenleyebilir. YZ teknolojilerinin farklı sektörlerde kullanımına yönelik öz denetim mekanizmalarının teşvik edilmesi ve belirli sektörlerde devletin yönlendirici rol üstlenmesi düşünülebilir.
Veri Güvenliği ve Birey Hakları: Türkiye, AB’de olduğu gibi, bireylerin kişisel verilerinin korunmasına ve YZ'nin etik kullanımına büyük önem vermelidir. KVKK, bu konuda mevcut düzenleyici altyapıyı sağlamakla birlikte, YZ uygulamalarının veri işleme süreçlerinde daha sıkı kontrollerin ve şeffaflığın sağlanması gerekmektedir.
Sonuç olarak, Türkiye için en uygun YZ hukuku modeli, AB’nin risk bazlı yaklaşımı ile ABD ve Birleşik Krallık’ın inovasyonu teşvik eden sektörel düzenleme modellerinin bir sentezi olabilir. Bu sayede, Türkiye YZ teknolojilerinde hem rekabet avantajı elde edebilir hem de birey haklarını koruyarak toplumsal kabulü sağlayabilir.
İlerleyen süreçlerde Yapay Zeka ve Hukuk ilişkisi hakkında çokça tartışma olacağı kesin. Bugüne kadarki tartışmaların tamamında yapay zeka teknolojilerini kullanan ve üretenler konuyu ele aldılar. Ancak, ortalama bir insandan daha hızlı öğrenebilen ve kendisine tanımlanan bilgilerle kısa sürede karmaşık işlemleri yapabilen yapay zekanın konuşabilen temsilcilerinden, “Türkiye’de Yapay Zeka Hukuku” hakkında bir değerlendirme yapmaları talep edilmedi. AGD Hukuk ve Danışmanlık olarak Dünya çapında en çok kullanılan iki yapay zeka sohbet robotundan, “Türkiye’de Yapay Zeka Hukuku” ve "Türkiye’de Uygulanabilecek Yapay Zeka Hukuku Modelleri” hakkında bir değerlendirme yapmalarını istedik. Sonuç bizi oldukça şaşırttı.
GEMINI :
“Yapay Zeka Hukuku”: Türkiye'de Yeni Bir Düzenleme Çerçevesi
Yapay zeka teknolojilerindeki hızlı ilerlemeler, hukuk sistemlerini kökten dönüştürme potansiyeline sahiptir. Bu teknolojilerin sunduğu fırsatlar kadar, beraberinde getirdiği hukuki belirsizlikler de artmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye'de yapay zeka hukuku alanında kapsamlı bir düzenleme ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Uluslararası Pratikler ve Türkiye'ye Özel Yaklaşım
Dünya genelinde pek çok ülke, yapay zekanın potansiyel risklerini ve faydalarını dengelemek amacıyla farklı hukuki çerçeveler oluşturmaktadır. Avrupa Birliği gibi düzenleyici otoritelerin kapsamlı çalışmaları, yapay zekanın şeffaflığı, hesap verebilirliği ve ayrımcılık yapmaması gibi temel ilkeler üzerinde durmaktadır. Çin ise yapay zekayı ekonomik büyüme ve sosyal kontrol için bir araç olarak görmekte ve bu doğrultuda sıkı düzenlemeler getirmektedir. ABD ise daha çok piyasa odaklı bir yaklaşım benimsemektedir.
Türkiye'nin yapay zeka hukuku modelini belirlerken, ülkenin teknolojik gelişimi, ekonomik hedefleri, sosyal yapısı ve uluslararası standartlar dikkate alınmalıdır. Bu bağlamda, Türkiye'de oluşturulacak bir yapay zeka hukuku çerçevesinin;
Esnek ve Dinamik: Teknolojinin hızla değişen doğasına uyum sağlayabilecek kadar esnek ve güncelleme mekanizmalarına sahip olması,
Çerçeve Özelliği: Yapay zekanın farklı alanlardaki kullanımını düzenleyen genel bir çerçeve sunması,
Risk Temelli: Yüksek riskli yapay zeka uygulamalarına daha sıkı düzenlemeler getirirken, düşük riskli uygulamalara daha az müdahale etmesi,
Katılımcı: Akademik camia, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının düzenleme süreçlerine aktif katılımını sağlaması,
Uluslararası İşbirliği: Uluslararası standartlarla uyumlu bir yaklaşım benimseyerek, küresel yapay zeka ekosistemine entegrasyonu kolaylaştırması gerekmektedir.
Türkiye İçin Önemli Hukuki Konular
Türkiye'de yapay zeka hukuku düzenlemesinde aşağıdaki konulara özel önem verilmelidir:
Veri Gizliliği ve Güvenliği: Yapay zeka sistemlerinin kişisel verilere erişimi ve bu verilerin korunması konusunda kapsamlı düzenlemeler getirilmelidir.
Sorumluluk: Yapay zeka sistemlerinin neden olduğu zararların sorumluluğunun belirlenmesi ve tazminat mekanizmalarının oluşturulması gerekmektedir.
Ayrımcılık: Yapay zeka sistemlerinin cinsiyet, ırk, din gibi farklılıklar temelinde ayrımcılık yapmasının önlenmesi için etkili önlemler alınmalıdır.
Şeffaflık: Yapay zeka kararlarının nasıl alındığının anlaşılır hale getirilmesi ve karar verme süreçlerinin denetlenebilir olması sağlanmalıdır.
Etik İlkeler: Yapay zeka geliştirme ve kullanımında insan haklarına, etik değerlere ve toplumsal faydaya uygunluk ilkelerinin benimsenmesi gerekmektedir.
Yapay zeka, geleceğin teknolojisi olarak kabul edilmektedir. Bu teknolojinin sunduğu fırsatlardan tam anlamıyla yararlanabilmek için, hukuki bir belirsizlik ortamının ortadan kaldırılması ve güvenilir bir düzenleme çerçevesinin oluşturulması gerekmektedir. Türkiye'nin bu alanda yapacağı düzenlemeler, hem ülkenin teknolojik gelişimine katkı sağlayacak hem de vatandaşların haklarını koruyacaktır.
Öneriler
Yapay zeka hukuku alanında akademik çalışmaların desteklenmesi ve multidisipliner bir yaklaşım benimsenmesi,
Sivil toplum kuruluşlarının ve özel sektörün düzenleme süreçlerine aktif olarak dahil edilmesi,
Uluslararası iyi uygulamaların incelenmesi ve Türkiye'ye uyarlanması,
Düzenli olarak güncellenen bir yapay zeka hukuku stratejisi geliştirilmesi önerilmektedir.
CHATGPT:
"Yapay Zekânın Hukuki Düzenlenmesi”: Türkiye İçin Uygun Hukuk Modeli Üzerine Bir Analiz
Yapay Zekâ (YZ) teknolojilerinin hızla gelişmesiyle birlikte, dünya genelinde birçok ülke, YZ’nin kullanımını düzenlemeye yönelik hukuki çerçeveler oluşturmaya başlamıştır. Bu düzenlemeler, teknolojinin etik, güvenlik, veri gizliliği ve sorumluluk gibi temel meselelerde yol açabileceği riskleri kontrol altına almayı amaçlamaktadır. Türkiye’nin bu alandaki hukuki boşlukları gidermek için hangi modeli tercih etmesi gerektiği sorusunu tartışmadan önce, uluslararası alanda kabul görmüş düzenleme modellerini incelemek, konuya daha geniş bir perspektiften yaklaşmamızı sağlayacaktır.
1. Avrupa Birliği (AB) Modeli
Avrupa Birliği, YZ düzenlemeleri konusunda lider konumda olup, Nisan 2021’de yayımlanan Yapay Zekâ Yasası Taslağı (Artificial Intelligence Act) ile kapsamlı bir hukuki düzenleme sürecini başlatmıştır. AB’nin benimsediği model, risk esasına dayalı bir yaklaşımdır. Bu bağlamda YZ uygulamaları dört ana risk kategorisinde değerlendirilmektedir:
Yüksek Riskli YZ Sistemleri: Sağlık, ulaşım, yargı gibi kritik alanlarda kullanılan YZ sistemlerine yönelik olarak daha sıkı denetim ve uygunluk şartları getirilmiştir. Bu sistemlerin, belirli güvenlik ve etik standartları karşılaması zorunludur.
Düşük Riskli YZ Sistemleri: Sohbet robotları gibi kullanıcı etkileşimine dayanan sistemlerde, kullanıcının bu sistemlerin farkında olması yeterli görülmektedir.
Minimal Riskli YZ Sistemleri: Herhangi bir denetim gerektirmeyen YZ uygulamaları bu kategoriye dahildir.
Yasaklı YZ Uygulamaları: Bireylerin özgür iradesini manipüle eden, insan haklarını ihlal eden veya toplumsal puanlama sistemleri gibi yüksek etik risk taşıyan YZ uygulamaları yasaklanmıştır.
AB’nin risk esaslı bu yaklaşımı, YZ’nin kullanılacağı alanın önemine göre hukuki yükümlülükler belirlemekte olup, Türkiye açısından da dikkate alınması gereken bir model teşkil etmektedir.
2. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Modeli
Amerika Birleşik Devletleri’nde YZ'ye yönelik federal düzeyde kapsamlı bir mevzuat bulunmamakla birlikte, sektörel ve eyalet bazlı düzenlemeler yapılmıştır. 2022 yılında yayımlanan Ulusal Yapay Zekâ Stratejisi, YZ teknolojilerinin geliştirilmesinde etik, güvenlik ve inovasyonun dengelenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. ABD, YZ’nin inovasyon potansiyelini engellemeyen, ancak veri gizliliği ve etik ihlalleri önlemek için sektörel düzenlemelerle denetleyen bir modeli benimsemektedir. Özellikle Federal Ticaret Komisyonu (FTC), YZ’nin tüketici haklarına ve kişisel verilere olumsuz etkileri açısından denetleyici rol üstlenmektedir.
ABD'nin sektörel yaklaşımı, esneklik ve inovasyon odaklı bir düzenleme modeline ihtiyaç duyan ülkeler için örnek teşkil edebilir. Türkiye için de inovasyonu teşvik eden ancak aynı zamanda veri güvenliği ve etik ihlalleri önlemeye yönelik bir sektörel denetim modeli, ABD’den esinlenerek değerlendirilebilir.
3. Çin Modeli
Çin Halk Cumhuriyeti, YZ’yi stratejik bir ulusal hedef olarak görmektedir ve bu doğrultuda merkeziyetçi bir düzenleme yaklaşımı benimsemektedir. 2021 yılında yürürlüğe giren Veri Güvenliği Yasası ve Kişisel Bilgilerin Korunması Yasası, YZ sistemlerinin veri toplama ve işleme süreçlerini düzenlemektedir. Çin'de YZ’nin devlet kontrolünde geliştirilmesi ve toplumsal gözetim amaçlı kullanılması, diğer ülkelerden ayrışan bir özellik olarak öne çıkmaktadır. Çin modelinin, YZ’nin devlet çıkarları doğrultusunda şekillendiği ve birey haklarına odaklanmaktan ziyade devletin çıkarlarını korumaya yönelik olduğu söylenebilir.
Türkiye’nin daha özgürlükçü ve birey odaklı bir hukuki yapı benimsemesi gerektiği düşünüldüğünde, Çin modelinin Türkiye için uygun olmadığı açıktır. Ancak, devletin stratejik öncelikleri göz önüne alındığında, belirli alanlarda devlet kontrolünün artırılması ve veri güvenliği ile ilgili daha sert düzenlemelerin yapılması konusunda Çin modelinden esinlenilebilir.
4. Birleşik Krallık Modeli
Birleşik Krallık, Avrupa Birliği’nden ayrıldıktan sonra kendi YZ düzenlemelerini bağımsız olarak geliştirmiştir. 2023 yılında yayımlanan Yapay Zekâ Beyaz Kitap (AI White Paper), YZ'nin kullanımına ilişkin hafif dokunuşlu bir düzenleme modelini benimsemektedir. Her sektörde denetleyici kurumlar, kendi alanlarındaki YZ sistemlerinin etik ve güvenlik standartlarını belirlemekte ve düzenlemeleri uygulamaktadır. Birleşik Krallık, YZ’nin inovasyonu destekleyecek şekilde düzenlenmesini ön planda tutmakta, sıkı denetim yerine sektörel öz denetimi teşvik etmektedir.
Türkiye için bu model, özellikle inovasyon ve teknolojik gelişim odaklı düzenlemeler geliştirilirken dikkate alınabilecek esnek bir yaklaşım sunmaktadır.
Türkiye İçin Tercih Edilebilir Hukuki Model
Türkiye, YZ’nin düzenlenmesine ilişkin olarak kendi hukuki çerçevesini oluştururken, uluslararası modellerden esinlenerek yerel koşullara uygun bir yapı geliştirebilir. Türkiye'nin mevcut hukuk düzeni, Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) gibi veri güvenliğini önceleyen mevzuatlarla YZ düzenlemeleri için önemli bir altyapı sunmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye'nin küresel rekabet gücünü artırması ve inovasyonu desteklemesi adına dengeli ve esnek bir yaklaşım benimsemesi elzemdir.
Risk Esaslı Düzenleme: AB modelinde olduğu gibi, YZ uygulamalarının risk seviyelerine göre farklı yükümlülükler getiren bir düzenleme Türkiye için uygun olabilir. Yüksek riskli alanlar, özellikle sağlık, ulaşım ve adalet gibi sektörlerde sıkı denetimlere tabi tutulmalı; düşük ve minimal riskli alanlarda ise inovasyonu teşvik eden daha esnek kurallar uygulanmalıdır.
İnovasyonu Destekleyen Sektörel Düzenleme: ABD ve Birleşik Krallık’ın sektörel yaklaşımlarında görüldüğü gibi, Türkiye de YZ’yi inovatif gelişmelerin önünü açacak şekilde düzenleyebilir. YZ teknolojilerinin farklı sektörlerde kullanımına yönelik öz denetim mekanizmalarının teşvik edilmesi ve belirli sektörlerde devletin yönlendirici rol üstlenmesi düşünülebilir.
Veri Güvenliği ve Birey Hakları: Türkiye, AB’de olduğu gibi, bireylerin kişisel verilerinin korunmasına ve YZ'nin etik kullanımına büyük önem vermelidir. KVKK, bu konuda mevcut düzenleyici altyapıyı sağlamakla birlikte, YZ uygulamalarının veri işleme süreçlerinde daha sıkı kontrollerin ve şeffaflığın sağlanması gerekmektedir.
Sonuç olarak, Türkiye için en uygun YZ hukuku modeli, AB’nin risk bazlı yaklaşımı ile ABD ve Birleşik Krallık’ın inovasyonu teşvik eden sektörel düzenleme modellerinin bir sentezi olabilir. Bu sayede, Türkiye YZ teknolojilerinde hem rekabet avantajı elde edebilir hem de birey haklarını koruyarak toplumsal kabulü sağlayabilir.


YURTDIŞINDA YAŞAYAN EV SAHİBİ İHTİYAÇ SEBEBİYLE TAHLİYE TALEP EDEBİLİR Mİ?
Evet. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 29.06.2021 tarihli ve 2017/1540 E. - 2021/878 K. sayılı ilamında da görüleceği üzere yurda kesin dönüş yapacağını ikametgah nakil belgesi ve yurtdışındaki işten istifa dilekçesi yurda kesin dönüş yapılacağının ve konut ihtiyacının ortaya çıktığının delili olarak değerlendirilmiştir. Bunun dışında Türkiye’de yer alan bir okula yapılan kaydı ortaya koyar nitelikte öğrenci belgesi, Türkiye’de çalışılacak kurumdan alınan evraklar gibi belgeler de yurtdışında yaşayan vatandaşların yurda kesin dönüş yapacaklarına delalet eden belgeler arasında sayılabilir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 29.06.2021 tarihli ve 2017/1540 E. - 2021/878 K. sayılı ilamında özetle “8. “…Davacı vekili, ihtiyaçlı davacının yurtdışında yaşadığını ve yurda kesin dönüş yapacağını belirterek bu davayı açmıştır. Her ne kadar yargılama sırasında kesin dönüş yapılacağını bildirir dilekçe sunmamış ve yaz aylarında Türkiye'ye kesin dönüş yapacaklarını söylemiş ise de, davacı vekilinin temyiz dilekçesi ekinde sunmuş olduğu davacının eşinin ABD'de çalıştığı şirketten 31.05.2013 tarihinde istifa ettiğini belirtir belge ile Türkiye’ye kesin dönüş yapmak için 10.05.2013 tarihli ikametgah nakil belgesi aldığına ilişkin belgelere göre ihtiyacın samimi olduğunun kabulü ile davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi doğru değildir…” gerekçesiyle karar bozulmuştur." ifadeleri kullanılmıştır.


Kiracının Tahliyesi: Yasal ve Uygulamadaki Süreçler
Yasal düzenlemeler, kiracılara koruma sağlarken kiraya verenler için de çeşitli tahliye yolları sunar. Kiracıyı tahliye etmek için haklı sebepler şunlardır:
Temerrüt: Kiracıya 30 gün süre verildi ancak ödeme yapılmadı.
İhtarlar: Bir kira dönemi içerisinde 2 ihtar gönderildi (İhtarlar sonrasında ödeme yapılsa bile tahliye mümkün).
Tahliye Taahhüdü: Kira sözleşmesiyle aynı gün alınan tahliye taahhüdü geçersizdir.
Edinim ve İhtiyaç Sebebiyle: Kiracı, edinim veya ihtiyaç nedeniyle tahliye edilebilir.
Sözleşmeye Aykırılık: Sözleşme şartlarına aykırılık durumunda (alt kiracı vb.).
Uzama Süresi: 10 yıllık uzama süresi sonunda (1 senelik kira sözleşmesi yapıldıysa, 12 yıl sonra ihtar şartı olmaksızın tahliye davası açılabilir).
Esaslı Tadilat ve Yıkım: Esaslı tadilat veya yıkım durumunda tahliye mümkündür.
Belirtmek gerekir ki, hukuk sistemimizde kiracının çıkarılması sadece yasada belirtilen nedenlerle mümkündür. Bu nedenlerin olmadığı durumlarda kiracı çıkarılamaz. Türk Borçlar Kanunu'nun 354. maddesine göre, "Dava yoluyla kira sözleşmesinin sona erdirilmesi, kiracı aleyhine değiştirilemez." Bu yazıda, kiracıyı çıkarma şartları, izlenmesi gereken yol ve kiracı tahliyesi davasının gereklilikleri gibi sorulara cevap verdik.
Temerrüt: Kiracıya 30 gün süre verildi ancak ödeme yapılmadı.
İhtarlar: Bir kira dönemi içerisinde 2 ihtar gönderildi (İhtarlar sonrasında ödeme yapılsa bile tahliye mümkün).
Tahliye Taahhüdü: Kira sözleşmesiyle aynı gün alınan tahliye taahhüdü geçersizdir.
Edinim ve İhtiyaç Sebebiyle: Kiracı, edinim veya ihtiyaç nedeniyle tahliye edilebilir.
Sözleşmeye Aykırılık: Sözleşme şartlarına aykırılık durumunda (alt kiracı vb.).
Uzama Süresi: 10 yıllık uzama süresi sonunda (1 senelik kira sözleşmesi yapıldıysa, 12 yıl sonra ihtar şartı olmaksızın tahliye davası açılabilir).
Esaslı Tadilat ve Yıkım: Esaslı tadilat veya yıkım durumunda tahliye mümkündür.
Belirtmek gerekir ki, hukuk sistemimizde kiracının çıkarılması sadece yasada belirtilen nedenlerle mümkündür. Bu nedenlerin olmadığı durumlarda kiracı çıkarılamaz. Türk Borçlar Kanunu'nun 354. maddesine göre, "Dava yoluyla kira sözleşmesinin sona erdirilmesi, kiracı aleyhine değiştirilemez." Bu yazıda, kiracıyı çıkarma şartları, izlenmesi gereken yol ve kiracı tahliyesi davasının gereklilikleri gibi sorulara cevap verdik.


Munzam Zarar
GİRİŞ
Hakların anası olarak kabul edilen [1] mülkiyet hakkı, kişi mülkiyetinin dokunulmazlığına ilişkin olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 No’lu Ek Protokolün 1. Maddesi’nde “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır.” İfadeleri ile evrensel çerçeveye oturtulmuş bir haktır. Bu hak kişinin hukuki yolla kazandığı varlıkları koruyabilmesini ve bunların mevcudiyetini sağlıklı biçimde sürdürebilmesi için hayati öneme haizdir. Mülkiyet hakkı olarak ifade edilen konsept, insanın sosyal bir varlık olmasından ileri gelmekte olduğundan insan varlığına sıkı sıkıya bağlı bir haktır. Bir kişi diğerleri ile bir paylaşıma ve iletişime girmeye başladıkça farkında olmadan kendi kimliğini ve özel alanını inşa eder. Mülkiyet olarak ifade edilen hak da buradan filizlenir. Başlangıçta eşya mülkiyeti ile başlayan mülkiyet hakkı, tarihin çeşitli evrelerinde hukukun gelişimi neticesinde, günümüzde insan kimliğiyle bir bütün halini almıştır. Modern insanın kullandığı her araç, ortaya çıkardığı her neviden ürün; gerek gerçek, gerekse de sanal olarak oluşturduğu kimlikler, yaşadığı yer ve hatta fikirleri dahi kişinin mülkiyetini oluşturur. Yani mülkiyet özü itibarıyla bir kazanımdır. Kazanımların amacı ise ihtiyaç gidermek veya daha büyük kazanımlar elde etmek için yer değiştirmektir. Bu yer değiştirme, değiş-tokuş olarak ortaya çıkar. Değiş-tokuş yapanlar ortaya yeni bir ilişki biçimi koyarlar ki bu ilişki bir borç ilişkisidir. İlişkinin her iki tarafına da belli edimler yükler; kişiler bu edimleri eksiksiz yerine getirmelidirler ki, ilişkide hedeflenen kazanım elde edilebilsin. Hedeflenen kazanımın taraflardan birinin kusuru yahut beklenmeyen bir durum olması sonucu elde edilememesinin sonucu zarardır. Bu durumda beklediği faydayı diğer tarafın kusuru sonucu sağlayamadığı için zarar eden kişinin haklarının korunmasının gerektiği anlaşılır. Zararın engellenmesi, engellenemese de giderilebilmesi, kişinin gasp edilen hakkının iadesi veya zarar gören hakkının onarımı için, bu borç ilişkisini konu alan bir hukuk dalı ortaya çıkmıştır. Kastedilen hukuk dalı da Borçlar Hukuku’dur. Borçlar hukuku izah edilen durumda zararı giderilmeyen veyahut zamanında giderilmemiş kişinin mülkiyet hakkının korunabilmesi adına çeşitli çareleri ihtiva etmektedir. Bunların en önemlilerinden biri de “Munzam (aşkın) Zarar Müessesesidir”.
Munzam zarar, kişinin borç ilişkisinden umduğu kazanımı zamanında elde edemediği için ortaya çıkan fazladan zararın giderilmesi için ortaya çıkmıştır. Zararın giderilmesi ve munzam zarar olarak tanımlanabilmesi de belirli birtakım şartlara bağlanmıştır. Bu şartlar, Munzam (aşkın) Zararı tanımlayan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 122. Maddesinde şöyle ifade edilmiştir: “Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.” Kanunun lafzında bulunan temerrüt faizi, zarar, kusur ve ispat ifadeleri munzam zararın mevcudiyet şartlarını oluşturur. Temerrüt faizi ifadesiyle anlaşılmaktadır ki; borcun türü faizin söz konusu olabilecek bir unsur, yani para borcu olmalıdır ve bu borç zamanında yerine getirilmeyerek, asıl borcun gecikme faizini aşan bir zarar ortaya çıkmalıdır. İkinci şart olarak işaret edilen zarar da burada devreye girmektedir. Mutlaka, zarar söz konusu olmalıdır. Bu zarar da üçüncü şart olan kusur kavramına işaret etmektedir. Zarar, taraflardan birinin kusuru ile ortaya çıkmış olmalıdır. Son şart da, borçlunun kusuru neticesinde zararın ortaya çıktığının ispatlanması ile sağlanır. Fakat son şart konusunda Ulusal Hukuk içtihatlarında bir görüş ayrılığı mevcuttur. Yargıtay, munzam zarar konusunda verdiği kararların bazılarında somut ispat şartı[2] ararken; bazı kararlarında da ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullarda kişilerden bağımsız olarak ortaya çıkan kaybı da ispat için yeterli olarak değerlendirmektedir.[3] İspat konusundaki görüş ayrılığı da hukuk düzenimizde aynı konuda farklı kararlar alınmasına, dolayısıyla munzam zarar konusunda hukuk güvenliğinin sarsılmasına sebep olmaktadır. İşbu 2 parçalık çalışma da Munzam (aşkın) zarar kavramını ve munzam zararın ispatı sorununu ele almaktadır. İlk kısımda munzam zarar tanımlanacak olup, ikinci kısımda ispat sorunu ve olası çözüm önerilerinden biri ele alınacaktır.
MUNZAM ZARAR
Konusu para olan borç ilişkileri, borçlunun kusuru ile alacaklı tarafa zarar verme potansiyeline sahip olduğundan, borçlunun temerrüdü durumunun ortaya çıkması oldukça muhtemeldir. Bu durumda oluşabilecek zararları ortadan kaldırabilmek için temerrüt faizi kavramı ortaya çıkmıştır. Fakat temerrüt faizi de alacaklının zararının tamamını karşılamaya yetmeyebilir. Bu durum borçlunun kusuru yahut ekonomik koşullar neticesinde ortaya çıkabilir. Munzam zarar müessesesinin tesis edilmesindeki gerekçe de temerrüt faizinin zararı karşılamadığı durumlara karşı yasa koyucunun bir önlem arayışıdır. Önlem öyle bir önlem olmalıdır ki; gerçek veya tüzel kişinin mülkiyet hakkına halel gelmemelidir. Borçlar Hukuku adaptasyonunun menşei olan İsviçre Borçlar Kanunu’nda bu müessese 106. Maddede “ Weiterer Schaden” adıyla vücut bulmuştur. Maddenin birinci fıkrasında denilmektedir ki: “ Alacaklı, gecikmiş faizinin tazmin ettiğinden daha fazla zarara uğramışsa, borçlu kusurlu olmadığını ispat etmedikçe zararı ödemekle yükümlüdür.”[4] Hukukumuzdaki yansımasıyla, Munzam (aşkın) zarar, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 122. Maddesinde : “Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.” Biçiminde ifade edilmiştir. Buna göre, alacaklının malvarlığında iradesi dışında meydana gelen ve temerrüt faizinin üzerinde bulunan zarara munzam zarar denir. Zararın temerrüt faizinin üzerinde kalan kısmı munzam zararı oluşturur.[5] Kanunun lafzından da anlaşılacağı üzere munzam zarar belirli şartlara bağlanmıştır, ancak bu şartlar dahlinde munzam zarardan söz edilebilir ki bunlar: “temerrüt faizini aşan konusu para olan zarar, alacaklının zararı, borçlunun kusuru ve zarar ile kusur arasında nedensellik bağı bulunması” şeklinde sayılabilir.[6] Davanın açılacağı yer mahkemesi, kanunda özel bir yol öngörülmediğinden genel yetkili mahkemelerdir.[7] Munzam zarar davasının açılmasında, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 146. Maddesi gereğince, on yıllık zamanaşım süresi söz konusudur. Sürenin başlangıcı, alacağın muaccel olduğu zamandır.
MUNZAM ZARAR ŞARTLARI
1. TEMERRÜT FAİZİNİ AŞAN, KONUSU PARA BORCU OLAN ZARAR:
Temerrüt faizi, para ve menkul kıymet alacaklarının tahsilinin gecikmesi halinde alacaklının, geç ödemeden doğabilecek zararının faiz yoluyla giderilmesi için ortaya çıkarılmış bir kurumdur. Borçlunun temerrüdü, borcun yerine getirilmesini ancak bunun sözleşmeye uygun olmamasını ifade eden gereği gibi ifa etmemeden farklıdır. Zira temerrütte borçlu borcu hiç ifa etmemektedir. Ancak temerrütte kastedilen hiç ifa etmemeden, temerrüdün mutlaka borcun tamamına ilişkin olabileceği sonuca çıkarılmamalıdır. Zira, temerrüt edimin tamamı için söz konusu olabileceği gibi bir kısmı için de hiç ifa etmeme olgusu gerçekleşebilir.[8] Borçlunun temerrüdü genel olarak Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 117 ila 126. maddelerinde düzenlenmekle birlikte, mevzuatta bir kısım borç ilişkilerinin niteliği gereği özel düzenlemelere yer verildiği görülmektedir. Temerrüt faizi tarafların anlaşmasına gerek olmaksızın Kanundan doğan bir borçtur. Temerrüt faizi oranı TBK’da özel olarak düzenlenmiştir.[9] Bunun yanı sıra, temerrüdün genel sonuçları TBK 117 vd. maddelerinde yer almakla birlikte, karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde temerrüdün koşul ve sonuçlarının TBK 123 vd. maddelerinde düzenlendiği, sürekli edimli sözleşmelerde temerrüdün sonuçlarının TBK 126. maddede yer aldığı, konusu para olan borç ilişkileri bakımından temerrüdün sonuçlarının ise TBK 120 ila 122. maddelerde ayrıca hükme bağlandığı görülmektedir.[10] Kanun hükmü üzere, munzam zarar da, temerrüdün, para borçlarıyla ilgili ortaya çıkabilen sonuçlarından biridir.
Munzam Zarar davası, söz konusu olduğunda da mutlaka bir para borcunun mevcut olması ve bu borcun temerrüdü halinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Borcun temerrüde düşmesinden ötürü meydana gelen faizin de, alacaklının alacağını karşılamaması durumunun gerçekleşmesi de munzam zararın söz konusu olabilmesi açısından ilk şart olarak karşımıza çıkmaktadır. Munzam zararın manası da aslen, temerrüt faizini aşan zarardır. Munzam zarar, temerrüt faizinin bir sonucu olarak ortaya çıksa da munzam zarar tazmini ile temerrüt faizi birbirinden bağımsız olarak istenecek borçlardır. Temerrüt faizi borçludan talep edilebileceği gibi, temerrüt faizini aşan zarar da munzam zarar davası yoluyla talep edilmelidir.
2. ALACAKLININ ZARARI BULUNMALIDIR:
Dava konusu bir zarar türünün giderimi olduğundan, munzam zararın söz konusu olabilmesi için de mutlaka, alacaklının, temerrüt faizini aşan bir zararının bulunması gerekmektedir. 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 122. Maddesinde yer alan “zarara uğramış olmak” ifadesi de bu şarta işaret etmektedir. Kanun lafzında ifade edilen zarar, alacaklının, borçlunun temerrüdü tarihinden fiilî ödeme gününe kadar geçen süre içerisindeki zararını kapsar. Kanun, alacaklının temerrüt faiziyle karşılanmayan zararının tazminine işaret ettiğinden, munzam zararın hesaplanmasında temerrüt faizinin çıkarılması gerekir.
3. BORÇLUNUN KUSURU BULUNMALIDIR:
Temerrüt faizi konusunda borçlunun kusuru aranmazken, munzam zarar davasının söz konusu olabilmesi için temerrüt faizini aşan zararın ortaya çıkması durumunun borçlunun kusurundan kaynaklanıyor olması gerekmektedir. Munzam zararın varlığından söz edilebilmesi için diğer şartlarla birlikte borçlunun kusurunun da bulunması gerekmektedir. Kusur olarak değerlendirilebilecek durumların başında gelen borcun zamanında ifa edilmemesinin kusur olarak yeterli görülmesi gerektiği kanaatini taşıyoruz. Borçlunun, alacaklının varlığını iddia ettiği temerrüt faizini aşan zararın tazmininden sorumlu olmaması için, herhangi bir kusurunun olmadığını ispat etmesi gerekir. Kusur yönünden ispat yükü borçlu üzerindedir. Munzam zararın tazmininde alacaklı borçlunun kusurlu olduğunu değil, borçlu kendisinin kusursuz olduğunu ispat etmek zorundadır. Borçlu temerrüt faizini aşan zararın doğmasında kusuru olmadığını ortaya koyabilirse; iddia edilen zararı tazmin yükümünden kurtulur.
4. ZARAR İLE KUSUR ARASINDA İLLİYET BAĞI BULUNMALIDIR:
Borçlar Kanunu’nun 122. Maddesinde yer alan “Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe...” ifadesi de bu kusur ve zarar arasında aranan illiyet bağına işaret etmektedir. İlliyet bağına ilişkin kanunda yer alan ifade düşünülecek olursa, aranan illiyet bağının yalnızca gerçekleşmiş zarar mevzu bahis olduğunda düşünülebileceği gibi bir fikir oluşabilir. Fakat doktrine göre, munzam zararın söz konusu olabilmesi için aranan nedensellik bağı, klasik anlamda bildiğimiz nedensellik bağının yanı sıra mahrum olunan karda bulunan ihtimali veya farazi bir zarar da olabilir.[11] Çünkü mahrum olunan kar da kişinin mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilebilecek bir varlıktır. Bu varlıktan borçlunun kusuru sonucunda mahrum kalınması da bir tür zarardır. Mülkiyet kavramı değerlendirilirken, kişinin mevcut mülkiyeti dahlinde yer alan bir varlığın eksilmesi zarar olarak tanımlanırken; bu varlığa ilişkin olarak beklenen faydadan mahrum kalınması da zarar olarak değerlendirilmelidir. Bu noktada doktrinde beklenen faydanın, para alacağını alamayan alacaklının bu meblağı en azından vadeli mevduat hesabına yatıracağı kabul edilerek; buradan beklenecek bir faydanın göz önünde bulundurulması gerektiği ifade edilir. Doktrinde zarar ve kusur arasındaki illiyet bağı bu şekilde kurulur. Beklenen fayda kavramından yola çıkılarak ortaya konulan ispat yöntemi soyut ispat yöntemi olarak tanımlanır. Soyut ispat yöntemine göre, alacaklı, somut olarak ifade edilebilecek kanıtlara ihtiyaç duymadan zararın varlığını ispatlayabilir. Özellikle resmi veriler, istatistikler gibi ekonomik göstergelerden yararlanarak, temerrüt tarihi ile fiili ödeme tarihi arasındaki dönemde temerrüt faizini aşan bir zarar yaşadığını kanıtlayabilir. Bu çerçevede, enflasyon, devalüasyon, altın fiyatlarındaki artış, tüketici fiyat endeksi, üretici fiyat endeksi ve asgari ücret artış oranları gibi faktörleri kullanarak ispat süreci yürütülebilir.
Yargıtay içtihatlarına göre ise, her somut olayda olaya özgü somut zararların ispatlanması gerekmektedir.[12] Yani, beklenen fayda kavramı da soyut olarak beklenen değil, elde edilmesi için çaba harcanmış bir fayda beklentisi olarak değerlendirilmektedir. Çaba harcanmış fayda beklentisi örnekleri; “alacaklının temerrüt nedeniyle yüksek oranlı faiz ile kredi kullanması, ödediği kredi dosya masrafları, temerrüt neticesinde alacaklının üçüncü kişilere ödemek zorunda kaldığı temerrüt faizi, cezai şart gibi ödemelerden kaynaklanan zararlar, alacaklının sahibi olduğu paraya çevrilecek malvarlığı değerlerini ucuza satmak zorunda kalması, borçlunun temerrüdü nedeniyle alacaklının bedelini ödeyemediği bir başka sözleşmesinin feshedilmesi nedeniyle oluşan zararlar” olarak ifade edilebilir.[13] Bu çerçevede, soyut bir zarar iddiasının yetersiz olduğu durumlarda, özellikle alacaklının gerçekten yaptığı iş ve faaliyet alanı ile ileri sürdüğü zararın oluşma olasılığı arasında somut bir örtüşme gereklidir. Bu sebeple, alacaklı için ispatı zor bir yöntem olan, çaba harcanmış fayda beklentisine işaret eden, somut ispat yöntemi kullanılır. Munzam zarar davalarında verilen kararlarda da kabul edilecek ispat yönteminin tespitinden doğan bir karmaşa gözlemlenmektedir. Bu durumu “İspat Sorunu” olarak ifade etmek mümkündür.
[1] Ertaş, Ş., (2006) “Mülkiyet Hakkının Yeni Boyutu ve Bu Hakka Getirilen Daraltımların Anayasa ve İnsan Haklarına Uygunluğu”, in. Türk Medenî Kanununun Yürürlüğe Girişinin 80. Yılı Münasebetiyle Düzenlenen Sempozyum, Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2006, s. 135.
[2] Bkz. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu, 8.10.1999 tarih ve 1997/2 esas, 1999/1 sayılı karar.
[3] Yargıtay 15. Hukuk Dairesinin 25.4.2018 tarihli ve E. 2017/2736 K. 2018/1742 sayılı kararı;
Yargıtay 15. Hukuk Dairesinin 28.11.2018 tarihli ve E. 2018/3499 K. 2018/4739 sayılı kararı.
[4] İsviçre Borçlar Kanunu, OR, Art. 106/1, 2020.
[5] Eren, Fikret; Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C. 2, 5. Bası, İstanbul 1999, sh. 1095
[6] Şartlar arasında en tartışmalı olanı hiç şüphesiz ki ispat konusudur. Hem ilk ortaya çıktığı ve hukukumuza adapte edildiği kanun lafzında hem de ulusal hukukumuzda ispat külfeti borçluya yüklenmiş olmasına rağmen, kanunun uygulamasında ispat açık biçimde alacaklıya yüklenmektedir. İspat külfeti hakkında açık hüküm bulunmasına rağmen, karar vericiler ısrarla ispatı alacaklıdan beklemektedir. Çalışmanın devamında bu karmaşa hakkında daha detaylı bir okuma yapılacağından, çalışmanın başında bu konuya sadece yüzeysel olarak değinilmiştir.
[7] 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu madde 6 – 10 arası.
[8] Bkz. Ahmet M. Kılıçoğlu, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Turhan Kitabevi, Ankara 2021, s. 872.
[9] Yıldırım Keser, “Aşkın Zararın İspatı”, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 11(2), 2000, s. 486.
[10] 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun md. 117 – 126.
[11] Von Tuhr, A. ; s.92; Tekinay; Akman; Burcuoğlu; Altop, s.1158; Ayrancı, H. , s.34.
[12] Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu, 8.10.1999 tarih ve 1997/2 esas, 1999/1 karar.
[13] Kılıçoğlu, s. 909; Keser, s. 489; Eren, s. 1231; Barlas, s. 203; Akçaal, s. 1076 vd.; Oğuzman/Öz, N. 163.
Hakların anası olarak kabul edilen [1] mülkiyet hakkı, kişi mülkiyetinin dokunulmazlığına ilişkin olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 No’lu Ek Protokolün 1. Maddesi’nde “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır.” İfadeleri ile evrensel çerçeveye oturtulmuş bir haktır. Bu hak kişinin hukuki yolla kazandığı varlıkları koruyabilmesini ve bunların mevcudiyetini sağlıklı biçimde sürdürebilmesi için hayati öneme haizdir. Mülkiyet hakkı olarak ifade edilen konsept, insanın sosyal bir varlık olmasından ileri gelmekte olduğundan insan varlığına sıkı sıkıya bağlı bir haktır. Bir kişi diğerleri ile bir paylaşıma ve iletişime girmeye başladıkça farkında olmadan kendi kimliğini ve özel alanını inşa eder. Mülkiyet olarak ifade edilen hak da buradan filizlenir. Başlangıçta eşya mülkiyeti ile başlayan mülkiyet hakkı, tarihin çeşitli evrelerinde hukukun gelişimi neticesinde, günümüzde insan kimliğiyle bir bütün halini almıştır. Modern insanın kullandığı her araç, ortaya çıkardığı her neviden ürün; gerek gerçek, gerekse de sanal olarak oluşturduğu kimlikler, yaşadığı yer ve hatta fikirleri dahi kişinin mülkiyetini oluşturur. Yani mülkiyet özü itibarıyla bir kazanımdır. Kazanımların amacı ise ihtiyaç gidermek veya daha büyük kazanımlar elde etmek için yer değiştirmektir. Bu yer değiştirme, değiş-tokuş olarak ortaya çıkar. Değiş-tokuş yapanlar ortaya yeni bir ilişki biçimi koyarlar ki bu ilişki bir borç ilişkisidir. İlişkinin her iki tarafına da belli edimler yükler; kişiler bu edimleri eksiksiz yerine getirmelidirler ki, ilişkide hedeflenen kazanım elde edilebilsin. Hedeflenen kazanımın taraflardan birinin kusuru yahut beklenmeyen bir durum olması sonucu elde edilememesinin sonucu zarardır. Bu durumda beklediği faydayı diğer tarafın kusuru sonucu sağlayamadığı için zarar eden kişinin haklarının korunmasının gerektiği anlaşılır. Zararın engellenmesi, engellenemese de giderilebilmesi, kişinin gasp edilen hakkının iadesi veya zarar gören hakkının onarımı için, bu borç ilişkisini konu alan bir hukuk dalı ortaya çıkmıştır. Kastedilen hukuk dalı da Borçlar Hukuku’dur. Borçlar hukuku izah edilen durumda zararı giderilmeyen veyahut zamanında giderilmemiş kişinin mülkiyet hakkının korunabilmesi adına çeşitli çareleri ihtiva etmektedir. Bunların en önemlilerinden biri de “Munzam (aşkın) Zarar Müessesesidir”.
Munzam zarar, kişinin borç ilişkisinden umduğu kazanımı zamanında elde edemediği için ortaya çıkan fazladan zararın giderilmesi için ortaya çıkmıştır. Zararın giderilmesi ve munzam zarar olarak tanımlanabilmesi de belirli birtakım şartlara bağlanmıştır. Bu şartlar, Munzam (aşkın) Zararı tanımlayan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 122. Maddesinde şöyle ifade edilmiştir: “Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.” Kanunun lafzında bulunan temerrüt faizi, zarar, kusur ve ispat ifadeleri munzam zararın mevcudiyet şartlarını oluşturur. Temerrüt faizi ifadesiyle anlaşılmaktadır ki; borcun türü faizin söz konusu olabilecek bir unsur, yani para borcu olmalıdır ve bu borç zamanında yerine getirilmeyerek, asıl borcun gecikme faizini aşan bir zarar ortaya çıkmalıdır. İkinci şart olarak işaret edilen zarar da burada devreye girmektedir. Mutlaka, zarar söz konusu olmalıdır. Bu zarar da üçüncü şart olan kusur kavramına işaret etmektedir. Zarar, taraflardan birinin kusuru ile ortaya çıkmış olmalıdır. Son şart da, borçlunun kusuru neticesinde zararın ortaya çıktığının ispatlanması ile sağlanır. Fakat son şart konusunda Ulusal Hukuk içtihatlarında bir görüş ayrılığı mevcuttur. Yargıtay, munzam zarar konusunda verdiği kararların bazılarında somut ispat şartı[2] ararken; bazı kararlarında da ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullarda kişilerden bağımsız olarak ortaya çıkan kaybı da ispat için yeterli olarak değerlendirmektedir.[3] İspat konusundaki görüş ayrılığı da hukuk düzenimizde aynı konuda farklı kararlar alınmasına, dolayısıyla munzam zarar konusunda hukuk güvenliğinin sarsılmasına sebep olmaktadır. İşbu 2 parçalık çalışma da Munzam (aşkın) zarar kavramını ve munzam zararın ispatı sorununu ele almaktadır. İlk kısımda munzam zarar tanımlanacak olup, ikinci kısımda ispat sorunu ve olası çözüm önerilerinden biri ele alınacaktır.
MUNZAM ZARAR
Konusu para olan borç ilişkileri, borçlunun kusuru ile alacaklı tarafa zarar verme potansiyeline sahip olduğundan, borçlunun temerrüdü durumunun ortaya çıkması oldukça muhtemeldir. Bu durumda oluşabilecek zararları ortadan kaldırabilmek için temerrüt faizi kavramı ortaya çıkmıştır. Fakat temerrüt faizi de alacaklının zararının tamamını karşılamaya yetmeyebilir. Bu durum borçlunun kusuru yahut ekonomik koşullar neticesinde ortaya çıkabilir. Munzam zarar müessesesinin tesis edilmesindeki gerekçe de temerrüt faizinin zararı karşılamadığı durumlara karşı yasa koyucunun bir önlem arayışıdır. Önlem öyle bir önlem olmalıdır ki; gerçek veya tüzel kişinin mülkiyet hakkına halel gelmemelidir. Borçlar Hukuku adaptasyonunun menşei olan İsviçre Borçlar Kanunu’nda bu müessese 106. Maddede “ Weiterer Schaden” adıyla vücut bulmuştur. Maddenin birinci fıkrasında denilmektedir ki: “ Alacaklı, gecikmiş faizinin tazmin ettiğinden daha fazla zarara uğramışsa, borçlu kusurlu olmadığını ispat etmedikçe zararı ödemekle yükümlüdür.”[4] Hukukumuzdaki yansımasıyla, Munzam (aşkın) zarar, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 122. Maddesinde : “Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.” Biçiminde ifade edilmiştir. Buna göre, alacaklının malvarlığında iradesi dışında meydana gelen ve temerrüt faizinin üzerinde bulunan zarara munzam zarar denir. Zararın temerrüt faizinin üzerinde kalan kısmı munzam zararı oluşturur.[5] Kanunun lafzından da anlaşılacağı üzere munzam zarar belirli şartlara bağlanmıştır, ancak bu şartlar dahlinde munzam zarardan söz edilebilir ki bunlar: “temerrüt faizini aşan konusu para olan zarar, alacaklının zararı, borçlunun kusuru ve zarar ile kusur arasında nedensellik bağı bulunması” şeklinde sayılabilir.[6] Davanın açılacağı yer mahkemesi, kanunda özel bir yol öngörülmediğinden genel yetkili mahkemelerdir.[7] Munzam zarar davasının açılmasında, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 146. Maddesi gereğince, on yıllık zamanaşım süresi söz konusudur. Sürenin başlangıcı, alacağın muaccel olduğu zamandır.
MUNZAM ZARAR ŞARTLARI
1. TEMERRÜT FAİZİNİ AŞAN, KONUSU PARA BORCU OLAN ZARAR:
Temerrüt faizi, para ve menkul kıymet alacaklarının tahsilinin gecikmesi halinde alacaklının, geç ödemeden doğabilecek zararının faiz yoluyla giderilmesi için ortaya çıkarılmış bir kurumdur. Borçlunun temerrüdü, borcun yerine getirilmesini ancak bunun sözleşmeye uygun olmamasını ifade eden gereği gibi ifa etmemeden farklıdır. Zira temerrütte borçlu borcu hiç ifa etmemektedir. Ancak temerrütte kastedilen hiç ifa etmemeden, temerrüdün mutlaka borcun tamamına ilişkin olabileceği sonuca çıkarılmamalıdır. Zira, temerrüt edimin tamamı için söz konusu olabileceği gibi bir kısmı için de hiç ifa etmeme olgusu gerçekleşebilir.[8] Borçlunun temerrüdü genel olarak Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 117 ila 126. maddelerinde düzenlenmekle birlikte, mevzuatta bir kısım borç ilişkilerinin niteliği gereği özel düzenlemelere yer verildiği görülmektedir. Temerrüt faizi tarafların anlaşmasına gerek olmaksızın Kanundan doğan bir borçtur. Temerrüt faizi oranı TBK’da özel olarak düzenlenmiştir.[9] Bunun yanı sıra, temerrüdün genel sonuçları TBK 117 vd. maddelerinde yer almakla birlikte, karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde temerrüdün koşul ve sonuçlarının TBK 123 vd. maddelerinde düzenlendiği, sürekli edimli sözleşmelerde temerrüdün sonuçlarının TBK 126. maddede yer aldığı, konusu para olan borç ilişkileri bakımından temerrüdün sonuçlarının ise TBK 120 ila 122. maddelerde ayrıca hükme bağlandığı görülmektedir.[10] Kanun hükmü üzere, munzam zarar da, temerrüdün, para borçlarıyla ilgili ortaya çıkabilen sonuçlarından biridir.
Munzam Zarar davası, söz konusu olduğunda da mutlaka bir para borcunun mevcut olması ve bu borcun temerrüdü halinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Borcun temerrüde düşmesinden ötürü meydana gelen faizin de, alacaklının alacağını karşılamaması durumunun gerçekleşmesi de munzam zararın söz konusu olabilmesi açısından ilk şart olarak karşımıza çıkmaktadır. Munzam zararın manası da aslen, temerrüt faizini aşan zarardır. Munzam zarar, temerrüt faizinin bir sonucu olarak ortaya çıksa da munzam zarar tazmini ile temerrüt faizi birbirinden bağımsız olarak istenecek borçlardır. Temerrüt faizi borçludan talep edilebileceği gibi, temerrüt faizini aşan zarar da munzam zarar davası yoluyla talep edilmelidir.
2. ALACAKLININ ZARARI BULUNMALIDIR:
Dava konusu bir zarar türünün giderimi olduğundan, munzam zararın söz konusu olabilmesi için de mutlaka, alacaklının, temerrüt faizini aşan bir zararının bulunması gerekmektedir. 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 122. Maddesinde yer alan “zarara uğramış olmak” ifadesi de bu şarta işaret etmektedir. Kanun lafzında ifade edilen zarar, alacaklının, borçlunun temerrüdü tarihinden fiilî ödeme gününe kadar geçen süre içerisindeki zararını kapsar. Kanun, alacaklının temerrüt faiziyle karşılanmayan zararının tazminine işaret ettiğinden, munzam zararın hesaplanmasında temerrüt faizinin çıkarılması gerekir.
3. BORÇLUNUN KUSURU BULUNMALIDIR:
Temerrüt faizi konusunda borçlunun kusuru aranmazken, munzam zarar davasının söz konusu olabilmesi için temerrüt faizini aşan zararın ortaya çıkması durumunun borçlunun kusurundan kaynaklanıyor olması gerekmektedir. Munzam zararın varlığından söz edilebilmesi için diğer şartlarla birlikte borçlunun kusurunun da bulunması gerekmektedir. Kusur olarak değerlendirilebilecek durumların başında gelen borcun zamanında ifa edilmemesinin kusur olarak yeterli görülmesi gerektiği kanaatini taşıyoruz. Borçlunun, alacaklının varlığını iddia ettiği temerrüt faizini aşan zararın tazmininden sorumlu olmaması için, herhangi bir kusurunun olmadığını ispat etmesi gerekir. Kusur yönünden ispat yükü borçlu üzerindedir. Munzam zararın tazmininde alacaklı borçlunun kusurlu olduğunu değil, borçlu kendisinin kusursuz olduğunu ispat etmek zorundadır. Borçlu temerrüt faizini aşan zararın doğmasında kusuru olmadığını ortaya koyabilirse; iddia edilen zararı tazmin yükümünden kurtulur.
4. ZARAR İLE KUSUR ARASINDA İLLİYET BAĞI BULUNMALIDIR:
Borçlar Kanunu’nun 122. Maddesinde yer alan “Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe...” ifadesi de bu kusur ve zarar arasında aranan illiyet bağına işaret etmektedir. İlliyet bağına ilişkin kanunda yer alan ifade düşünülecek olursa, aranan illiyet bağının yalnızca gerçekleşmiş zarar mevzu bahis olduğunda düşünülebileceği gibi bir fikir oluşabilir. Fakat doktrine göre, munzam zararın söz konusu olabilmesi için aranan nedensellik bağı, klasik anlamda bildiğimiz nedensellik bağının yanı sıra mahrum olunan karda bulunan ihtimali veya farazi bir zarar da olabilir.[11] Çünkü mahrum olunan kar da kişinin mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilebilecek bir varlıktır. Bu varlıktan borçlunun kusuru sonucunda mahrum kalınması da bir tür zarardır. Mülkiyet kavramı değerlendirilirken, kişinin mevcut mülkiyeti dahlinde yer alan bir varlığın eksilmesi zarar olarak tanımlanırken; bu varlığa ilişkin olarak beklenen faydadan mahrum kalınması da zarar olarak değerlendirilmelidir. Bu noktada doktrinde beklenen faydanın, para alacağını alamayan alacaklının bu meblağı en azından vadeli mevduat hesabına yatıracağı kabul edilerek; buradan beklenecek bir faydanın göz önünde bulundurulması gerektiği ifade edilir. Doktrinde zarar ve kusur arasındaki illiyet bağı bu şekilde kurulur. Beklenen fayda kavramından yola çıkılarak ortaya konulan ispat yöntemi soyut ispat yöntemi olarak tanımlanır. Soyut ispat yöntemine göre, alacaklı, somut olarak ifade edilebilecek kanıtlara ihtiyaç duymadan zararın varlığını ispatlayabilir. Özellikle resmi veriler, istatistikler gibi ekonomik göstergelerden yararlanarak, temerrüt tarihi ile fiili ödeme tarihi arasındaki dönemde temerrüt faizini aşan bir zarar yaşadığını kanıtlayabilir. Bu çerçevede, enflasyon, devalüasyon, altın fiyatlarındaki artış, tüketici fiyat endeksi, üretici fiyat endeksi ve asgari ücret artış oranları gibi faktörleri kullanarak ispat süreci yürütülebilir.
Yargıtay içtihatlarına göre ise, her somut olayda olaya özgü somut zararların ispatlanması gerekmektedir.[12] Yani, beklenen fayda kavramı da soyut olarak beklenen değil, elde edilmesi için çaba harcanmış bir fayda beklentisi olarak değerlendirilmektedir. Çaba harcanmış fayda beklentisi örnekleri; “alacaklının temerrüt nedeniyle yüksek oranlı faiz ile kredi kullanması, ödediği kredi dosya masrafları, temerrüt neticesinde alacaklının üçüncü kişilere ödemek zorunda kaldığı temerrüt faizi, cezai şart gibi ödemelerden kaynaklanan zararlar, alacaklının sahibi olduğu paraya çevrilecek malvarlığı değerlerini ucuza satmak zorunda kalması, borçlunun temerrüdü nedeniyle alacaklının bedelini ödeyemediği bir başka sözleşmesinin feshedilmesi nedeniyle oluşan zararlar” olarak ifade edilebilir.[13] Bu çerçevede, soyut bir zarar iddiasının yetersiz olduğu durumlarda, özellikle alacaklının gerçekten yaptığı iş ve faaliyet alanı ile ileri sürdüğü zararın oluşma olasılığı arasında somut bir örtüşme gereklidir. Bu sebeple, alacaklı için ispatı zor bir yöntem olan, çaba harcanmış fayda beklentisine işaret eden, somut ispat yöntemi kullanılır. Munzam zarar davalarında verilen kararlarda da kabul edilecek ispat yönteminin tespitinden doğan bir karmaşa gözlemlenmektedir. Bu durumu “İspat Sorunu” olarak ifade etmek mümkündür.
[1] Ertaş, Ş., (2006) “Mülkiyet Hakkının Yeni Boyutu ve Bu Hakka Getirilen Daraltımların Anayasa ve İnsan Haklarına Uygunluğu”, in. Türk Medenî Kanununun Yürürlüğe Girişinin 80. Yılı Münasebetiyle Düzenlenen Sempozyum, Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2006, s. 135.
[2] Bkz. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu, 8.10.1999 tarih ve 1997/2 esas, 1999/1 sayılı karar.
[3] Yargıtay 15. Hukuk Dairesinin 25.4.2018 tarihli ve E. 2017/2736 K. 2018/1742 sayılı kararı;
Yargıtay 15. Hukuk Dairesinin 28.11.2018 tarihli ve E. 2018/3499 K. 2018/4739 sayılı kararı.
[4] İsviçre Borçlar Kanunu, OR, Art. 106/1, 2020.
[5] Eren, Fikret; Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C. 2, 5. Bası, İstanbul 1999, sh. 1095
[6] Şartlar arasında en tartışmalı olanı hiç şüphesiz ki ispat konusudur. Hem ilk ortaya çıktığı ve hukukumuza adapte edildiği kanun lafzında hem de ulusal hukukumuzda ispat külfeti borçluya yüklenmiş olmasına rağmen, kanunun uygulamasında ispat açık biçimde alacaklıya yüklenmektedir. İspat külfeti hakkında açık hüküm bulunmasına rağmen, karar vericiler ısrarla ispatı alacaklıdan beklemektedir. Çalışmanın devamında bu karmaşa hakkında daha detaylı bir okuma yapılacağından, çalışmanın başında bu konuya sadece yüzeysel olarak değinilmiştir.
[7] 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu madde 6 – 10 arası.
[8] Bkz. Ahmet M. Kılıçoğlu, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Turhan Kitabevi, Ankara 2021, s. 872.
[9] Yıldırım Keser, “Aşkın Zararın İspatı”, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 11(2), 2000, s. 486.
[10] 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun md. 117 – 126.
[11] Von Tuhr, A. ; s.92; Tekinay; Akman; Burcuoğlu; Altop, s.1158; Ayrancı, H. , s.34.
[12] Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu, 8.10.1999 tarih ve 1997/2 esas, 1999/1 karar.
[13] Kılıçoğlu, s. 909; Keser, s. 489; Eren, s. 1231; Barlas, s. 203; Akçaal, s. 1076 vd.; Oğuzman/Öz, N. 163.


MUNZAM ZARARI İSPAT YOLLARI
1- İSPAT YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜN TARAFI
İspat kavramı hakkında, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “İspat ve Deliller” başlıklı 4. Kısmında yer alan 187. Maddenin ilk fıkrasında şöyle denilmektedir: “İspatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir.” İspat, uyuşmazlık çözümünde etkili olma potansiyeli bulunan unsurların ortaya konması hadisesidir. Anlaşmazlığın adilane çözümü için ispat şarttır. İspatın anlaşmazlıklarda anahtar işlevine sahip olmasından ötürü, hukuk bu anahtarı ortada bir iddia varsa iddia sahibine verir. Ortada bir iddia yerine haksız fiilden doğan bir zarar olduğunda da, fiili gerçekleştiren, zararın kendi kusurundan kaynaklanmadığını ispatla yükümlüdür; aksi halde zararı gidermekle mükellef hale gelir. İspat mükellefiyeti veya ispat yükümlülüğü ise 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 6. Maddesinde tanımlanmıştır.[14] İspat yükünün hukuk pratiğindeki yeri ve uygulama şekli ise 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “İspat ve Deliller” başlıklı 4. Kısmında yer alan 190. Maddede “1-İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. 2- Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir.” Biçimindeki ifadelerle ete kemiğe bürünmüştür. Munzam zarar için ispat yükünden bahsedildiğinde ise Borçlar Kanunu madde 122’de “...borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.” Denilmektedir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu 190. Maddede yer alan şartla[15] Borçlar Kanunu madde 122’de yer alan şart birlikte değerlendirildiğinde; munzam zararın ispatı konusunda HMK’ya göre değil TBK’ya göre hareket edilmesi gerekliliği anlaşılır. Ezcümle, munzam zarar söz konusu olduğunda ispat yükümlülüğüne sahip olan kişi, HMK’da yer alan “iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran taraf” değil; munzam zarar konusunda özel düzenlemenin bulunduğu TBK’da yer alan “borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe” ifadesinde belirtilen borçlu kimsedir. Her ne kadar mevzuatta ispat yükümlülüğü borçlunun boynundaysa da, bazı Yargıtay içtihatlarında alacaklıdan da doğrudan zarara uğradığını ispat etmesi istenmektedir.[16] Yasa koyucu tarafından, ispat yükü, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda yer alan genel şartlardan ayrı tutularak Borçlar Kanunu’nda yer alan özel şarta bağlanmakla tamamen kusurlu tarafa yüklenmişken; kendisinin kusurundan veya hareketinden kaynaklanmayan bir zararı ispat külfetinin alacaklıya yüklenmesi kanımızca yerinde olmamıştır. Alacaklının mülkiyet hakkı ayni bir hak olduğundan, bu hakkın ihlaline veya zararına sebep olduğu alacaklı tarafından iddia edilen bütün kusurluların, kusurlarının bulunmadığını ispat etmeleri gerekmektedir. Bu noktada ise alacaklının, kusuru sebebiyle zarar etmesine sebep olduğunu iddia ettiği kişilerin tamamına, gerek tüzel kişi gerek gerçek kişi, iddiasını yöneltmesi gerektiği kanaatindeyiz. Ancak bu sayede yasa koyucunun maksadı hasıl olabilir ve korunması gereken mülkiyet hakkı korunabilir.
2- İSPAT YÖNTEMLERİ
Uygulamada munzam zararın varlığı iddiasını ispata yarayan ispat yöntemleri niteliklerine göre ikiye ayrılmıştır: Somut İspat Yöntemi ve Soyut İspat Yöntemi. Bazı yargı organlarınca somut ispat yöntemi kabul edilirken, soyut ispat yöntemini de kabul eden yargı kararlarının sayısı son yıllarda artış göstermektedir.[17] Fakat somut ispat yöntemini kabul eden yargı organları, ekseriyetle, soyut ispat yöntemini kesin olarak reddetmektedirler. Kanaatimizce ulusal yargı kararlarımızda munzam zarar davalarına ilişkin var olan karmaşa da bu sebepten ileri gelmektedir.
SOMUT İSPAT YÖNTEMİ
Somut ispat yöntemi her somut olayın kendine özgü durumu içerisinde; borçlunun kusuru sonucunda alacaklının, sırf borçlunun temerrüdünden ötürü uğradığı zararın ispatlanması gerekliliğine dayanır. Bazı içtihatlarca soyut olarak tanımlanan bir iddianın yeterli görülmemekte, alacaklı ile iddia ettiği zarar arasında direkt ilişki kurulabilir olması gerekmektedir. Mesela; borçlunun temerrüdünden ötürü kur farkından kaynaklanan bir zararını ileri süren alacaklının söz konusu para borcunu zamanında ödemesi durumunda başka bir paraya çevireceğini ispat etmesi gerekir. Yani somut ispat yönteminde, çalışmada daha önce de ifade edildiği üzere; elde edilmesi için çaba harcanmış bir fayda beklentisinin varlığı aranır. Farazi zarar olarak tanımlanan, alacaklının parayı bir mevduat hesabında değerlendirmesi ve buradan gelecek faiz gelirinden mahrum kalması olasılığı somut ispat yönteminde kabul edilmez.[18]
Munzam zararın ispatında, somut ispat yöntemini benimseyen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.06.1996 tarih ve 1996/5-144 E. - 1996/503 K. Sayılı ilamında somut ispat yöntemi benimseme gerekçesi olarak “O halde, Borçlar Kanunu`nun 103. maddesinde öngörülen faizi aşan zararın ödenebilmesi için, uğranılan zararın varlığı ile miktarının kanıtlanması gerekir. Bu zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ancak kendisinin geç ödemeden dolayı hiç bir kusuru bulunmadığını ispat etmesi halinde bu zararın ödenmesi yükümlülüğünden kurtulabilir. Bu konuda kanıtlanması gereken, muayyen paranın gününde ödenmesinden doğan zarardır. Diğer bir deyimle alacaklı davacı, fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmesinden dolayı mahrum kalınan "muhtemel" kar, ya da farz edilen gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu fiili zarardır. Hal böyle olunca, iddia olunan zararı doğuran somut vakıanın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması icap ettiği duraksama yaratmayacak kadar açık bir olgudur.” İfadeleri kullanılmıştır. Görüldüğü üzere muhtemel kar ya da farz edilen gelir kavramı içtihada göre soyut ve muğlak olarak değerlendirilmiş ve uğranılmış bir zararın açık ispatının benimsenmesi gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Buna göre, alacaklı, borçlunun temerrüdünden ötürü kesin ve net bir zarara uğramıştır; zararı kesin ve net kılan ise zararı doğuran şartlardır. Şartlar ise ancak somut olaya göre değerlendirilebilir.
Somut örnek üzerinden değerlendirmek gerekirse; borçlunun temerrüdü nedeniyle alacaklının bedelini ödeyemediği bir başka sözleşmesinin feshedilmesi nedeniyle oluşan zararları düşünmek yerinde olacaktır. Alacaklı, borçludan gelecek parayla finanse edeceği bir iş veya hizmet için sözleşmeye imza atıyor; borçlu para borcunu vaktinde ifa etmeyerek temerrüde düşüyor. Alacaklı temerrüt faizine hak kazanıyor. Fakat imza attığı sözleşmeyi ifa edememekten doğan zararı, borçludan gelecek temerrüt faiziyle giderilebilir durumda bulunmuyor. Burada doğan temerrüt faizini aşan zararın somut olarak ispatı için diğer sözleşme kullanılabilir. Zira alacaklı aşkın zararını kesin ve net olarak ortaya koyabilir. Somut ispat yöntemini benimseyen yargı organları bu davanın kabulüne karar verebilirler. Fakat aynı alacaklı dava dilekçesinin isteminde yukarıda ifade olunan kesin, net ve doğrudan zararın yanı sıra ülkenin ekonomik kriz şartları içerisinde bulunması, enflasyonist piyasa hareketleri sonucunda paranın değer kaybına ilişkin bir istemde bulunursa; somut ispat yöntemi sistemini benimseyen yargı organlarınca isteminin belirtilen kısmı reddedilebilir. Bu noktada ise soyut ispat yöntemini irdelemekte fayda vardır.
SOYUT İSPAT YÖNTEMİ
Soyut ispat yönteminde alacaklı açısından farazi ve ihtimale dayalı bir değerlendirme yapılmaktadır. Alacaklının borçludan tahsil edemediği para borcunu bir mevduat hesabına yatırdığı ve buradan gelecek bir faydayı beklediği kabul edilerek munzam zarar hesaplanır. Bu yöntem alacaklı açısından oldukça avantajlı olsa da, usul ekonomisi açısından birtakım sorunları da beraberinde getirmektedir. Zira munzam zarar tazminatı, Türk Yargı Sistematiği içerisinde değerlendirildiğinde, davaların sonuçlanma süreleri sebebiyle neredeyse bütün para alacakları için munzam zarar tazminatı söz konusu olabilir. Munzam zarar tazminatının bir zarar giderme aracı olmaktan çıkarak, borçlu taraf yönünden külfete dönüşme olasılığı da göz önünde bulundurulması gereken bir olasılıktır. Ayrıca, munzam zarar borçlusu konumunda bulunanların da enflasyonu kendilerine koruyan bir araç olarak görme tehlikeleri de mevcuttur. Hatta doktrinde bazı görüşler soyut ispat yönteminin özellikle sözleşmeden doğan borçlar konusunda kesinlikle uygulanmaması gerektiği yönündedir.[19] Bu noktada, yasa koyucunun gerekçesiyle uygulayıcının endişelerinin giderileceği bir ortak içtihat varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Fakat ispat yükü açısından soyut ispat yöntemi irdelendiğinde; soyut ispat yönteminin ispat yükümlülüğü tanımından doğduğu anlaşılır. Zira TBK 122’de yalnızca borçlu üzerine yüklenen bir ispat külfeti mevcuttur, alacaklı açısından bir ispat külfeti hakkında hüküm bulunmaz. Soyut ispat yöntemi de, özünde, alacaklıyı ispat külfeti altına sokmadan doğrudan kanunun uygulanması yoludur. İçinde birtakım sakıncalar bulundurduğu düşünülse de munzam zararın kanuni tanımına uygun olan ispat yöntemi, soyut ispat yöntemidir.
Uygulamada usul ekonomisi yönünden bir külfete dönüşebileceği düşünülse de bu yöntemin alacaklının mülkiyet hakkını koruyacağı açıktır. Mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilmesi gereken bir konuda usul ekonomisinin öncelik olarak değerlendirilmesi; hak ihlali pahasına ikincil bir prensibin tercih edilmesi sonucunu doğuracaktır. Temel bir hakkın ihlali ile ikincil bir prensibin korunması arasında kurulacak dengede, temel bir hakkın ihlalinin önlenmesi veya bu hakkın ihlalinden doğan zararın giderilmesi, kanımızca, hukuk devletinin ve hukuk güvenliğinin gereğidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi de 25/1/2018-30312 tarih ve numaralı Resmi Gazete’de yayımlanan, 21/12/2017 tarih ve 2014/2267 bireysel başvuru numaralı kararında bu duruma işaret ederek “Zararın doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Bu kararlara göre enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimde bulunması, en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirilmesi olayların normal akışına ve hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmelidir. Bu karinenin aksini yani kusursuzluğunu ve sorumsuzluğunu kanıtlama ödevinin borçluya düştüğü kabul edilmiştir.”[20] Yargıtay’ın soyut ispat yöntemini benimseyen kararına dayanmış ve alacaklının mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasının kabul edilebilir olduğuna karar vermiştir. Bu noktadan hareketle alacaklının açacağı davada enflasyonist piyasa hareketlerine dayanarak parasının değerini sabit tutma saikiyle hareket ettiğini iddia edip munzam zararının tazmini isteminde bulunması, Anayasa Mahkemesi’nce kabul görmüştür. Fakat ulusal yargı sisteminde Anayasa Mahkemesi son karar merciidir. Yukarıda örnek olarak verilen karara konu olayda, munzam zarar istemine ilişkin davanın ilk derece mahkemesinde açılma tarihi 15/12/1998’dir.[21] Anayasa Mahkemesi’nin bu davaya ilişkin olarak hak ihlali kararı verdiği tarih ise 21/12/2017’dir. Söz konusu dava makul sürede sonuçlanmamıştır. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, munzam zarar davaları konusunda Türk Ulusal Yargısı’nda makul sürede, tarafların haklarını koruyan ve usul ekonomisini gözeten bir içtihat birliğinin zorunluluk haline geldiği anlaşılmaktadır. Bu zorunluluğun farkına varan bazı mahkemeler, 2017 yılında verilen ve örnek olarak ifade edilmekte olan Anayasa Mahkemesi kararı akabinde, bu sorunun çözümüne yönelik olarak kararlar vermektedirler. Bu kararları sorunun çözümüne yönelik kıymetli adımlar olarak değerlendirmek mümkün olsa da, ispat sorununda ikili ayrım yönteminin sürdürülmesinin içtihat karmaşasına, dolayısıyla, yargı kararlarının öngörülemez olmasına sebebiyet vermesi kaçınılmazdır. Munzam zarar davalarında ispat meselesinin çözümü olarak ayrımla tanımlanan yöntemler yerine basamak yöntemi kullanılması gerekmektedir.
İSPAT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNDE BASAMAK YÖNTEMİ
Munzam zarar müessesinin ortaya çıkış sebebi olan mülkiyet hakkının korunması ihtiyacından hareketle, munzam zararın ispatında önceliğin mülkiyet hakkının özü olması gerekmektedir. Bu hakkın korunması ve geliştirilmesi adına alacaklının mülkiyet hakkının özüne dokunabilecek, alacaklının mülkiyet hakkını gerçekleştirebilmesini zorlaştıracak değerlendirmelerden uzak durulmalıdır. Munzam zararın ispatında alacaklıyı ispat külfeti altında bırakacak bir ispat yönteminin uygulanması, halihazırda mülkiyet hakkı ihlal edilmekte olan alacaklının başka temel haklarının da zarar görmesine neden olacaktır. Alacaklı yönünden bir fayda beklentisinin somut olarak ispat edilmesinin mümkün olduğu durumlarda munzam zararın net ve kesin hesabını yapabilmek için somut ispat yönteminin kullanılması yerinde olacaktır. Ancak, alacaklının mülkiyet hakkının bir parçası olduğu şüphesiz olan para ile ölçülebilir bir fayda beklentisinin varlığının, ispatlanabilmesinin sırf somut ispat yöntemine bağlanması munzam zarar müessesesini mecrasından uzaklaştırmaktadır. Bununla birlikte, yalnızca soyut ispat yöntemi ile ispat tercih edildiğinde de farazi hesaplama sonuçlarının riskinin de ortaya çıkma olasılığı mevcuttur. Böyle bir durumun ise usul ekonomisi yönünden sakıncalı olabileceği açıktır. Bu sebeptendir ki, munzam zararın ispatında iki yoldan birini tercih etmek yerine, ayrı yolları basamağa çevirerek hakkaniyetli bir sonuca ulaşmak yerinde olacaktır.
Basamak yöntemini somutlaştırmak gerekirse; birinci basamakta munzam zararın ispatı noktasında incelenmesi gereken konu somut ispat yöntemi olmalıdır. İlk aşamada kesin ve net olarak ispat etmenin mümkün olduğu zararı tespit etmek lazım gelir. İlk aşamada zararın tespiti mümkün olmuyorsa, ikinci aşamada değerlendirilmesi gereken konu alacaklının, temerrüt nedeniyle doğrudan kaybettiği parayı somut bir şekilde gösterdikten sonra, temerrüt nedeniyle elde edilecek bir fayda beklentisini somut bir şekilde kanıtlaması olmalıdır. Her iki aşamada da munzam zarar tayini yapılamıyorsa çözümün ikinci basamağına geçilmelidir. İkinci basamakta da soyut ispat yönteminin kullanılması yer alır. Bu yöntem, alacaklının borçludan tahsil edemediği para borcunu bir mevduat hesabına yatırarak gelecek bir fayda beklediği varsayımından yola çıkılmasına dayanır. Munzam zarar hesaplaması için bu fayda beklentisi göz önüne alınır. Bu beklentinin de temerrüt halindeki borcun muaccel olduğu gün ortaya çıktığı düşünülmelidir. Borcun muaccel olduğu gün, “alacaklı para alacağını tahsil edebilseydi ve tahsil ettiği parayı bir mevduat hesabında değerlendirseydi davanın sonuçlandığı güne kadar elde edeceği faiz getirisini bu hesapta tutsaydı” varsayımından yola çıkılarak munzam zarar tespit edilmelidir. Bu hesabın hakkaniyet prensibi ve dürüstlük kuralı ekseninde yapılabilmesi gerekmektedir. Hatta uygulamanın makul süreyi aşarak hak kaybına sebep olmaması için işlevsel bir arabuluculuk uygulaması da dava şartı olarak denenebilir. Basamak yöntemi kesin çözüm olmasa da, basamak yönteminin geliştirilerek munzam zararın ispatı konusunda çözüme katkı sağlayabileceği kanısındayız.
----
[14] “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.”
[15] 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “İspat ve Deliller” başlıklı 4. Kısmında yer alan 190. Maddede yer alan “...kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça...” şart.
[16] Y. 5. HD., 21.01.2019 tarih, 2017/17121 esas, 2019/604 karar; Y. 13. HD., 30.05.2019, 2016/10665 esas, 2019/6982 karar.
[17] Örn. , Anayasa Mahkemesi’nin 21.12.2017 tarihli 2014/2267 numaralı bireysel başvuru hakkında verdiği karar.
[18] Y.11.HD.21.03.1994 gün E.1993/4611 K:1994/2117. Karar Yayımlanmamıştır.
[19] Yıldırım Keser, “Aşkın Zararın İspatı”, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 11(2), 2000, s. 493.
[20] Anayasa Mahkemesinin 21/12/2017 tarih ve 2014/2267 bireysel başvuru numaralı, ANO İNŞAAT VE TİCARET LTD. ŞTİ. Başvurusu Hakkında verdiği 25/1/2018-30312 R.G. Tarih ve Sayılı kararı.
[21] Dava başlangıçta alacağın tahsili davası olarak açılmış, munzam zarara ilişkin istem 15/12/1998’de tefrik edilmiştir.
İspat kavramı hakkında, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “İspat ve Deliller” başlıklı 4. Kısmında yer alan 187. Maddenin ilk fıkrasında şöyle denilmektedir: “İspatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir.” İspat, uyuşmazlık çözümünde etkili olma potansiyeli bulunan unsurların ortaya konması hadisesidir. Anlaşmazlığın adilane çözümü için ispat şarttır. İspatın anlaşmazlıklarda anahtar işlevine sahip olmasından ötürü, hukuk bu anahtarı ortada bir iddia varsa iddia sahibine verir. Ortada bir iddia yerine haksız fiilden doğan bir zarar olduğunda da, fiili gerçekleştiren, zararın kendi kusurundan kaynaklanmadığını ispatla yükümlüdür; aksi halde zararı gidermekle mükellef hale gelir. İspat mükellefiyeti veya ispat yükümlülüğü ise 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 6. Maddesinde tanımlanmıştır.[14] İspat yükünün hukuk pratiğindeki yeri ve uygulama şekli ise 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “İspat ve Deliller” başlıklı 4. Kısmında yer alan 190. Maddede “1-İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. 2- Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir.” Biçimindeki ifadelerle ete kemiğe bürünmüştür. Munzam zarar için ispat yükünden bahsedildiğinde ise Borçlar Kanunu madde 122’de “...borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.” Denilmektedir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu 190. Maddede yer alan şartla[15] Borçlar Kanunu madde 122’de yer alan şart birlikte değerlendirildiğinde; munzam zararın ispatı konusunda HMK’ya göre değil TBK’ya göre hareket edilmesi gerekliliği anlaşılır. Ezcümle, munzam zarar söz konusu olduğunda ispat yükümlülüğüne sahip olan kişi, HMK’da yer alan “iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran taraf” değil; munzam zarar konusunda özel düzenlemenin bulunduğu TBK’da yer alan “borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe” ifadesinde belirtilen borçlu kimsedir. Her ne kadar mevzuatta ispat yükümlülüğü borçlunun boynundaysa da, bazı Yargıtay içtihatlarında alacaklıdan da doğrudan zarara uğradığını ispat etmesi istenmektedir.[16] Yasa koyucu tarafından, ispat yükü, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda yer alan genel şartlardan ayrı tutularak Borçlar Kanunu’nda yer alan özel şarta bağlanmakla tamamen kusurlu tarafa yüklenmişken; kendisinin kusurundan veya hareketinden kaynaklanmayan bir zararı ispat külfetinin alacaklıya yüklenmesi kanımızca yerinde olmamıştır. Alacaklının mülkiyet hakkı ayni bir hak olduğundan, bu hakkın ihlaline veya zararına sebep olduğu alacaklı tarafından iddia edilen bütün kusurluların, kusurlarının bulunmadığını ispat etmeleri gerekmektedir. Bu noktada ise alacaklının, kusuru sebebiyle zarar etmesine sebep olduğunu iddia ettiği kişilerin tamamına, gerek tüzel kişi gerek gerçek kişi, iddiasını yöneltmesi gerektiği kanaatindeyiz. Ancak bu sayede yasa koyucunun maksadı hasıl olabilir ve korunması gereken mülkiyet hakkı korunabilir.
2- İSPAT YÖNTEMLERİ
Uygulamada munzam zararın varlığı iddiasını ispata yarayan ispat yöntemleri niteliklerine göre ikiye ayrılmıştır: Somut İspat Yöntemi ve Soyut İspat Yöntemi. Bazı yargı organlarınca somut ispat yöntemi kabul edilirken, soyut ispat yöntemini de kabul eden yargı kararlarının sayısı son yıllarda artış göstermektedir.[17] Fakat somut ispat yöntemini kabul eden yargı organları, ekseriyetle, soyut ispat yöntemini kesin olarak reddetmektedirler. Kanaatimizce ulusal yargı kararlarımızda munzam zarar davalarına ilişkin var olan karmaşa da bu sebepten ileri gelmektedir.
SOMUT İSPAT YÖNTEMİ
Somut ispat yöntemi her somut olayın kendine özgü durumu içerisinde; borçlunun kusuru sonucunda alacaklının, sırf borçlunun temerrüdünden ötürü uğradığı zararın ispatlanması gerekliliğine dayanır. Bazı içtihatlarca soyut olarak tanımlanan bir iddianın yeterli görülmemekte, alacaklı ile iddia ettiği zarar arasında direkt ilişki kurulabilir olması gerekmektedir. Mesela; borçlunun temerrüdünden ötürü kur farkından kaynaklanan bir zararını ileri süren alacaklının söz konusu para borcunu zamanında ödemesi durumunda başka bir paraya çevireceğini ispat etmesi gerekir. Yani somut ispat yönteminde, çalışmada daha önce de ifade edildiği üzere; elde edilmesi için çaba harcanmış bir fayda beklentisinin varlığı aranır. Farazi zarar olarak tanımlanan, alacaklının parayı bir mevduat hesabında değerlendirmesi ve buradan gelecek faiz gelirinden mahrum kalması olasılığı somut ispat yönteminde kabul edilmez.[18]
Munzam zararın ispatında, somut ispat yöntemini benimseyen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.06.1996 tarih ve 1996/5-144 E. - 1996/503 K. Sayılı ilamında somut ispat yöntemi benimseme gerekçesi olarak “O halde, Borçlar Kanunu`nun 103. maddesinde öngörülen faizi aşan zararın ödenebilmesi için, uğranılan zararın varlığı ile miktarının kanıtlanması gerekir. Bu zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ancak kendisinin geç ödemeden dolayı hiç bir kusuru bulunmadığını ispat etmesi halinde bu zararın ödenmesi yükümlülüğünden kurtulabilir. Bu konuda kanıtlanması gereken, muayyen paranın gününde ödenmesinden doğan zarardır. Diğer bir deyimle alacaklı davacı, fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmesinden dolayı mahrum kalınan "muhtemel" kar, ya da farz edilen gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu fiili zarardır. Hal böyle olunca, iddia olunan zararı doğuran somut vakıanın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması icap ettiği duraksama yaratmayacak kadar açık bir olgudur.” İfadeleri kullanılmıştır. Görüldüğü üzere muhtemel kar ya da farz edilen gelir kavramı içtihada göre soyut ve muğlak olarak değerlendirilmiş ve uğranılmış bir zararın açık ispatının benimsenmesi gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Buna göre, alacaklı, borçlunun temerrüdünden ötürü kesin ve net bir zarara uğramıştır; zararı kesin ve net kılan ise zararı doğuran şartlardır. Şartlar ise ancak somut olaya göre değerlendirilebilir.
Somut örnek üzerinden değerlendirmek gerekirse; borçlunun temerrüdü nedeniyle alacaklının bedelini ödeyemediği bir başka sözleşmesinin feshedilmesi nedeniyle oluşan zararları düşünmek yerinde olacaktır. Alacaklı, borçludan gelecek parayla finanse edeceği bir iş veya hizmet için sözleşmeye imza atıyor; borçlu para borcunu vaktinde ifa etmeyerek temerrüde düşüyor. Alacaklı temerrüt faizine hak kazanıyor. Fakat imza attığı sözleşmeyi ifa edememekten doğan zararı, borçludan gelecek temerrüt faiziyle giderilebilir durumda bulunmuyor. Burada doğan temerrüt faizini aşan zararın somut olarak ispatı için diğer sözleşme kullanılabilir. Zira alacaklı aşkın zararını kesin ve net olarak ortaya koyabilir. Somut ispat yöntemini benimseyen yargı organları bu davanın kabulüne karar verebilirler. Fakat aynı alacaklı dava dilekçesinin isteminde yukarıda ifade olunan kesin, net ve doğrudan zararın yanı sıra ülkenin ekonomik kriz şartları içerisinde bulunması, enflasyonist piyasa hareketleri sonucunda paranın değer kaybına ilişkin bir istemde bulunursa; somut ispat yöntemi sistemini benimseyen yargı organlarınca isteminin belirtilen kısmı reddedilebilir. Bu noktada ise soyut ispat yöntemini irdelemekte fayda vardır.
SOYUT İSPAT YÖNTEMİ
Soyut ispat yönteminde alacaklı açısından farazi ve ihtimale dayalı bir değerlendirme yapılmaktadır. Alacaklının borçludan tahsil edemediği para borcunu bir mevduat hesabına yatırdığı ve buradan gelecek bir faydayı beklediği kabul edilerek munzam zarar hesaplanır. Bu yöntem alacaklı açısından oldukça avantajlı olsa da, usul ekonomisi açısından birtakım sorunları da beraberinde getirmektedir. Zira munzam zarar tazminatı, Türk Yargı Sistematiği içerisinde değerlendirildiğinde, davaların sonuçlanma süreleri sebebiyle neredeyse bütün para alacakları için munzam zarar tazminatı söz konusu olabilir. Munzam zarar tazminatının bir zarar giderme aracı olmaktan çıkarak, borçlu taraf yönünden külfete dönüşme olasılığı da göz önünde bulundurulması gereken bir olasılıktır. Ayrıca, munzam zarar borçlusu konumunda bulunanların da enflasyonu kendilerine koruyan bir araç olarak görme tehlikeleri de mevcuttur. Hatta doktrinde bazı görüşler soyut ispat yönteminin özellikle sözleşmeden doğan borçlar konusunda kesinlikle uygulanmaması gerektiği yönündedir.[19] Bu noktada, yasa koyucunun gerekçesiyle uygulayıcının endişelerinin giderileceği bir ortak içtihat varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Fakat ispat yükü açısından soyut ispat yöntemi irdelendiğinde; soyut ispat yönteminin ispat yükümlülüğü tanımından doğduğu anlaşılır. Zira TBK 122’de yalnızca borçlu üzerine yüklenen bir ispat külfeti mevcuttur, alacaklı açısından bir ispat külfeti hakkında hüküm bulunmaz. Soyut ispat yöntemi de, özünde, alacaklıyı ispat külfeti altına sokmadan doğrudan kanunun uygulanması yoludur. İçinde birtakım sakıncalar bulundurduğu düşünülse de munzam zararın kanuni tanımına uygun olan ispat yöntemi, soyut ispat yöntemidir.
Uygulamada usul ekonomisi yönünden bir külfete dönüşebileceği düşünülse de bu yöntemin alacaklının mülkiyet hakkını koruyacağı açıktır. Mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilmesi gereken bir konuda usul ekonomisinin öncelik olarak değerlendirilmesi; hak ihlali pahasına ikincil bir prensibin tercih edilmesi sonucunu doğuracaktır. Temel bir hakkın ihlali ile ikincil bir prensibin korunması arasında kurulacak dengede, temel bir hakkın ihlalinin önlenmesi veya bu hakkın ihlalinden doğan zararın giderilmesi, kanımızca, hukuk devletinin ve hukuk güvenliğinin gereğidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi de 25/1/2018-30312 tarih ve numaralı Resmi Gazete’de yayımlanan, 21/12/2017 tarih ve 2014/2267 bireysel başvuru numaralı kararında bu duruma işaret ederek “Zararın doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Bu kararlara göre enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimde bulunması, en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirilmesi olayların normal akışına ve hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmelidir. Bu karinenin aksini yani kusursuzluğunu ve sorumsuzluğunu kanıtlama ödevinin borçluya düştüğü kabul edilmiştir.”[20] Yargıtay’ın soyut ispat yöntemini benimseyen kararına dayanmış ve alacaklının mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasının kabul edilebilir olduğuna karar vermiştir. Bu noktadan hareketle alacaklının açacağı davada enflasyonist piyasa hareketlerine dayanarak parasının değerini sabit tutma saikiyle hareket ettiğini iddia edip munzam zararının tazmini isteminde bulunması, Anayasa Mahkemesi’nce kabul görmüştür. Fakat ulusal yargı sisteminde Anayasa Mahkemesi son karar merciidir. Yukarıda örnek olarak verilen karara konu olayda, munzam zarar istemine ilişkin davanın ilk derece mahkemesinde açılma tarihi 15/12/1998’dir.[21] Anayasa Mahkemesi’nin bu davaya ilişkin olarak hak ihlali kararı verdiği tarih ise 21/12/2017’dir. Söz konusu dava makul sürede sonuçlanmamıştır. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, munzam zarar davaları konusunda Türk Ulusal Yargısı’nda makul sürede, tarafların haklarını koruyan ve usul ekonomisini gözeten bir içtihat birliğinin zorunluluk haline geldiği anlaşılmaktadır. Bu zorunluluğun farkına varan bazı mahkemeler, 2017 yılında verilen ve örnek olarak ifade edilmekte olan Anayasa Mahkemesi kararı akabinde, bu sorunun çözümüne yönelik olarak kararlar vermektedirler. Bu kararları sorunun çözümüne yönelik kıymetli adımlar olarak değerlendirmek mümkün olsa da, ispat sorununda ikili ayrım yönteminin sürdürülmesinin içtihat karmaşasına, dolayısıyla, yargı kararlarının öngörülemez olmasına sebebiyet vermesi kaçınılmazdır. Munzam zarar davalarında ispat meselesinin çözümü olarak ayrımla tanımlanan yöntemler yerine basamak yöntemi kullanılması gerekmektedir.
İSPAT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNDE BASAMAK YÖNTEMİ
Munzam zarar müessesinin ortaya çıkış sebebi olan mülkiyet hakkının korunması ihtiyacından hareketle, munzam zararın ispatında önceliğin mülkiyet hakkının özü olması gerekmektedir. Bu hakkın korunması ve geliştirilmesi adına alacaklının mülkiyet hakkının özüne dokunabilecek, alacaklının mülkiyet hakkını gerçekleştirebilmesini zorlaştıracak değerlendirmelerden uzak durulmalıdır. Munzam zararın ispatında alacaklıyı ispat külfeti altında bırakacak bir ispat yönteminin uygulanması, halihazırda mülkiyet hakkı ihlal edilmekte olan alacaklının başka temel haklarının da zarar görmesine neden olacaktır. Alacaklı yönünden bir fayda beklentisinin somut olarak ispat edilmesinin mümkün olduğu durumlarda munzam zararın net ve kesin hesabını yapabilmek için somut ispat yönteminin kullanılması yerinde olacaktır. Ancak, alacaklının mülkiyet hakkının bir parçası olduğu şüphesiz olan para ile ölçülebilir bir fayda beklentisinin varlığının, ispatlanabilmesinin sırf somut ispat yöntemine bağlanması munzam zarar müessesesini mecrasından uzaklaştırmaktadır. Bununla birlikte, yalnızca soyut ispat yöntemi ile ispat tercih edildiğinde de farazi hesaplama sonuçlarının riskinin de ortaya çıkma olasılığı mevcuttur. Böyle bir durumun ise usul ekonomisi yönünden sakıncalı olabileceği açıktır. Bu sebeptendir ki, munzam zararın ispatında iki yoldan birini tercih etmek yerine, ayrı yolları basamağa çevirerek hakkaniyetli bir sonuca ulaşmak yerinde olacaktır.
Basamak yöntemini somutlaştırmak gerekirse; birinci basamakta munzam zararın ispatı noktasında incelenmesi gereken konu somut ispat yöntemi olmalıdır. İlk aşamada kesin ve net olarak ispat etmenin mümkün olduğu zararı tespit etmek lazım gelir. İlk aşamada zararın tespiti mümkün olmuyorsa, ikinci aşamada değerlendirilmesi gereken konu alacaklının, temerrüt nedeniyle doğrudan kaybettiği parayı somut bir şekilde gösterdikten sonra, temerrüt nedeniyle elde edilecek bir fayda beklentisini somut bir şekilde kanıtlaması olmalıdır. Her iki aşamada da munzam zarar tayini yapılamıyorsa çözümün ikinci basamağına geçilmelidir. İkinci basamakta da soyut ispat yönteminin kullanılması yer alır. Bu yöntem, alacaklının borçludan tahsil edemediği para borcunu bir mevduat hesabına yatırarak gelecek bir fayda beklediği varsayımından yola çıkılmasına dayanır. Munzam zarar hesaplaması için bu fayda beklentisi göz önüne alınır. Bu beklentinin de temerrüt halindeki borcun muaccel olduğu gün ortaya çıktığı düşünülmelidir. Borcun muaccel olduğu gün, “alacaklı para alacağını tahsil edebilseydi ve tahsil ettiği parayı bir mevduat hesabında değerlendirseydi davanın sonuçlandığı güne kadar elde edeceği faiz getirisini bu hesapta tutsaydı” varsayımından yola çıkılarak munzam zarar tespit edilmelidir. Bu hesabın hakkaniyet prensibi ve dürüstlük kuralı ekseninde yapılabilmesi gerekmektedir. Hatta uygulamanın makul süreyi aşarak hak kaybına sebep olmaması için işlevsel bir arabuluculuk uygulaması da dava şartı olarak denenebilir. Basamak yöntemi kesin çözüm olmasa da, basamak yönteminin geliştirilerek munzam zararın ispatı konusunda çözüme katkı sağlayabileceği kanısındayız.
----
[14] “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.”
[15] 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “İspat ve Deliller” başlıklı 4. Kısmında yer alan 190. Maddede yer alan “...kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça...” şart.
[16] Y. 5. HD., 21.01.2019 tarih, 2017/17121 esas, 2019/604 karar; Y. 13. HD., 30.05.2019, 2016/10665 esas, 2019/6982 karar.
[17] Örn. , Anayasa Mahkemesi’nin 21.12.2017 tarihli 2014/2267 numaralı bireysel başvuru hakkında verdiği karar.
[18] Y.11.HD.21.03.1994 gün E.1993/4611 K:1994/2117. Karar Yayımlanmamıştır.
[19] Yıldırım Keser, “Aşkın Zararın İspatı”, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 11(2), 2000, s. 493.
[20] Anayasa Mahkemesinin 21/12/2017 tarih ve 2014/2267 bireysel başvuru numaralı, ANO İNŞAAT VE TİCARET LTD. ŞTİ. Başvurusu Hakkında verdiği 25/1/2018-30312 R.G. Tarih ve Sayılı kararı.
[21] Dava başlangıçta alacağın tahsili davası olarak açılmış, munzam zarara ilişkin istem 15/12/1998’de tefrik edilmiştir.
bottom of page